Parfüm, şiir ve gökkuşağının içinden geçmek
Hemen hemen her parfümün üstünde “Eau de toilette” şeklinde, “Tuvaletten sonra kullanılır” anlamında bir yazı var.
Bu yazı, eskiden yıkanma alışkanlığı olmayan Batı insanına, üstüne kaçınılmaz olarak sinen iğrenç kokudan kurtulmak için parfüm kullanması gerektiğini hatırlatmak için yazılırdı...
Zamanla markaya dönüştü.
Aynı tarihlerde Osmanlı güzel kokma konusunda o kadar ileri gitmişti ki, bazı tarih araştırmacıları, bu konuda Osmanlı’nın bir “devlet politikası” olduğundan bile bahsediyor.
Bu doğru: Çünkü Topkapı Sarayı’nda bir koku arşivi olduğunu biliyoruz. Yabancı gezginler Osmanlı saraylarının, hanlarının ve evlerinin çok güzel koktuğunu anlata anlata bitiremezler. Yakıldığında koku saçak pastiller imal etmişler, kitaplar yazmışlar.
19. yüzyılda Fransa’da büyük ilgi gören yayınlar arasında, Osmanlı “koku sanatı”na ait kitaplar büyük bir yekün oluşturur. Hatta Avrupa’ya dönem dönem koku pastilleri ihraç ederek hayli paralarını aldığımızı söyleyebiliriz.
Koku pastilleri o kadar iyi iş yapmış ki, Pretextat Lecomte, 1902’de yayınladığı anılarında, Avrupa’da Osmanlı buhur pastillerinin taklitlerinin piyasaya sürüldüğünden söz ediyor.
Sonra ne mi oldu?.. Diğer özelliklerimize olan buna da oldu: Kendimize sırt çevirip Batı’dan koku (parfüm) ithaline başladık. İlk parti parfüm Sultan Abdülaziz devrinin sonlarına doğru geldi. İlk zamanlarda alkolsüzdü. Çünkü alkollü nesnelerin ülkeye girmesi yasaktı. Derken, parfüme alkol karışmaya başladı. Bunları önce gayrimüslimler kullanıyordu ama zaman içinde dini hassasiyeti gelişmemiş bazı zengin Müslüman aileler de kullanmaya başladı. Yaygınlaştı gitti.
Ortalığı siyaset götürürken, bu da nereden aklıma düştü derseniz, elektronik postama yanlışlıkla geldiğini sandığım bir sorudan düştü: “Parfüm kullanmak haram mıdır?”
Hocalara sorulması gereken bir soru. Hatırlarsanız ben birkaç yazımda Osmanlı’nın “koku kültürü”nden söz ettim. Bunu aklıma düşüren ise Isparta konferansıma girerken herkese gülsuyu dağıtılmasıydı.
Birden gülsüyü, gül ve koku ikliminde buldum kendimi.
Ve bildiklerimle düşündüklerimi bundan önce yayınlanan iki yazı ile paylaşmak istedim.
Bazıları “Türkiye’yi siyaset götürürken” bu tür yazılar yazmamı yadırgıyor, bazıları ise düpedüz yargılıyorlar.
Olsun. Ben köşe yazılarının çeşitlenmesinden yanayım. Bu yüzden yazarların neredeyse yüzde 99’unun siyaset yazdığı bir ülkede değişik konular yakalayıp sunmaya çalışıyorum.
Tâ ki, git gide tekdüze ve renksiz hale gelen hayatımız biraz renklensin.
Geçenlerde Ankara’dan uçakla İstanbul’a dönerken, vakit akşama dönmüştü. Pencere kenarındaki koltuğumda Fatih’in Ak Şemseddin Hoca’sının şiirlerinden oluşan bir kitap okuyordum.
Bir yandan yağmur uçağı kırbaçlıyor, bir taraftan güneş batıyordu.
Yağmurla güneşin sarmaş dolaş olduğu anlar beni daima etkiler.
Arada bir pencereden bakarak kitabıma devam ediyordum. Birden şu mısralara takıldım
“Bu aşkı ben bilmez idim/ Bir acaib sevdâ imiş...
“Bir zerresi ay-u güneş/ Bir damlası derya (deniz) imiş.”
Sinyal almış gibi camdan bakınca, Marmara Denizi’nin üstünden geçtiğimizi, şiirde bahsi geçen güneşin ufukta bulutların arasından gülümsediğini ve uçağın metal gövdesine yansımasından kaynaklandığını sandığım bir gökkuşağının içinden geçtiğimizi fark ettim.
Bir sevindim ki, sormayın. Allah tarafından ödüllendirildiğimi düşünmekten kendimi alamadım.
Sanmıyorum ki uçaktaki onca yolcu arasında benden başka kimse fark etmiş olsun. Herkes güncel siyasete dalmış gitmişti. Adaşları yorumluyorlardı.
Şiirde olup da, kendisi gözükmeyen tek şey ay’dı: Onu da gökyüzüne ben çiziverdim hayalimde: Şiir tamamlandı.
Ve ben kısa bir süre için de olsa o şiiri yaşadım dostlarım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.