Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil”

“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil”

Şimdilerde çoğumuz selamsıza döndük, ama rahmetli babam, önüne gelene selâm verirdi...
Bir gün tanımadığı insanlara neden selâm verdiğini sormuştum.
“çünkü” demişti, “Peygamber’imin ‘Selâmı yayınız’ şeklinde bir emri var. Bu emri yerine getiriyorum. Selâm vermek, Allah’ın rahmetini dilemektir. Tanımadığım insanlar da rahmete muhtaçtır.”
“Ama bazıları selamını almıyor.”
“O takdirde selamı kendim alıyor, rahmeti kendime dilemiş oluyorum.”
Anlayacağınız selâm, babadan kalma bir alışkanlıktır bende. Her sabah büroma girdiğimde kendime en anlamlısından bir selam veririm…
“Esselamualeyküm…”
Varlığına kendi varlığımdan çok inandığım meleklerle birlikte alırım selamımı:
“Vealeykümselam.”
Sonra masama oturur, bilgisayarımı açarım. Bilgisayar açılana kadar da masamdan eksik etmediğim şiir kitaplarından birini rasgele alır, birkaç mısra okurum.
Dün sabah, büromda kendi kendime selâm verirken, Fuzulî’nin meşhur mısrası dolandı yüreğime: “Selâm verdim, rüşvet değildir deyu almadılar.”
Alışkanlıkla masamdaki şiir kitabına uzandım. Rasgele bir yerini açtım. Karşımda Fuzulî (Azeri asıllı Türk divan şairi. 1556’larda öldü):
O sabah yüreğime dolaşan şair çıkmıştı bahtıma…
Gözlerim mısralarda gezinmeye başladı. Vaktim son derece sınırlıydı. Bu yüzden, okuduğum mısraların mâna derinliğine inmeye hiç niyetim yoktu. Buna rağmen bir süre sonra kendimi, “bilmek ve susmak” üzerine efkârlanırken yakaladım.
Fuzulî’nin şiir kudreti beni benden almış, kendine götürmüştü.

“Derdime vakıf değil canan, beni handan bilir,
“Hakkı vardır şâd olanlar, herkesi şâdân bilir…
“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil,
“çektiğim alâmı bir ben bir de Allah’ım bilir.”
(Derdimi sevdiğim bilmez, o beni neşeli bilir… Mutlu olanlar herkesi kendileri gibi mutlu zannederler… (Derdimi) söylesem etkisi olmaz, sussam içime sinmiyor… Neler çektiğimi sadece Allah biliyor).

Fuzulî: Hani şu, “Aşk imiş her ne var ise âlemde/ İlim bir kil ü kal imiş” diyerek, tek mısrada hayatın özünü, özü ile birlikte de en dinamik yüzünü yakalayan şair…
Hani şu, “Selâm verdim, rüşvet değildir deyu almadılar/ Hüküm gösterdim, faydasızdır deyu mültefit olmadılar” diyerek, kendi dönemine meydan okuyabilen adam…
1550’li yıllarda “Ben konuşamıyorum” diye bağırmak da, rüşvetten yakınmak da yürek isterdi.
Demek ki, Fuzulî de o yürek varmış, Oysa şairlerin bir parça “ürkek” olduğu söylenir. Hoş, “Süleyman” olan ismini “lüzumsuz” anlamına gelen “Fuzulî”ye dönüştüren bir pervasızı ne ile korkutabilirsiniz ki?
Yine de susmakla söylemek arasında tükendiğini itiraf etmekten çekinmemesi çok enteresan:
“Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil,
“çektiğim alâmı (elemleri-acıları) bir ben bir de Allah’ım bilir.”
Bilenin bildiğini söyleyememesi böyle bir azaptır işte…
Acıtır, incitir, inim inim inletir.
Sonunda Allah’a yöneltir…
Şairce duyarlılık, fikirce sabır içinde “özgürlük” duaları etmeye başlarsınız.
“Allah’ım! ülkemi, bildiklerimi özgürce söyleyebileceğim bir konuma getir.”

Birden hatırladım ki, susmaktan, susturulmaktan yakınma konusunda Fuzulî yalnız değil; bizim Yunus Emre de aynı dertten muzdaripmiş:
“Aşkım galip geldi yüreğim harlar,
“âşık olan arı namusu neyler!..
“Be hey Yunus sana söyleme derler,
“Ya ben öleyim mi söylemeyince.”
Bildiklerini, düşündüklerini ve inandıklarını söyleyememeyi ölümle eşleştirmesindeki sırrı ancak o duruma düşenler anlayabilir.
Kısacası: Söyleyememek, söyletilmemek dünyanın en büyük işkencesidir!
Yüzyıllar sonra Mehmed âkif de bundan yakınmaktadır:
“Ağlarım ağlatamam; hissederim, söyleyemem,
“Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım!”
Anladınız sanırım: Maalesef benim kalbimin dili de zaman zaman tutuluyor ve ben de bundan çok bizarım, sevgili dostlarım!


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi