Liberalizm ve Osmanlı toplumunda eşitlik
Günlük ve konjonktürel siyasî boğuşmaların anaforuna yuvarlanmamak ve Bediüzzaman’ın “Bu vatanda şimdilik dört parti var” lâhika mektubu çerçevesindeki ana siyasî şablonları kavrayabilmek için II. Meşrûtiyet devrinde ortaya çıkan siyasî akımları, tarihî gelişim seyri içinde tahlil etmek gerekir.
Tabiî ki, meseleleri yine Bediüzzaman’ın görüşleri perspektifinden ele alıp yansıtmaya çalışmak durumundayız. Zira, bir âlim, mütefekkir ve müceddid olarak Bediüzzaman, Meşrûtiyet ve cumhuriyetin tek parti ve çok partili siyasî hayatını görmüş, yaşamış, tahlil etmiş; Kur’ânî ölçüleri ortaya koymuş; o dönemlerin ilim, fikir ve mücâdele bakımından çok mühim ve ilginç simalarından birisidir. 1
***
İnsanlık, 17-18. yüzyıldan itibaren, tecrübe, ilim ve fikirlerin gelişmesiyle, “mutlak monarşi, krallık, padişahlık ve tek şahısların” yönetim biçimlerinden sıyrılmaya başladı.
1789 Fransız İhtilâlinden sonra gelişen “liberal, hürriyetçi” düşünceler, Osmanlı mülküne doğru eser. Ancak, 1850-1900’lü yıllar, Osmanlı Devleti, İslâm, hattâ insanlık âlemi için felâket ve helâket devridir. Aguste Comte’nin, “Mâneviyat, teoloji, metafizik çağ geride kalmış; akıl, mantık, bilim ve müspet düşünce hâkim” dediği “pozitivist çağ” etkili olmaya başlamıştı. Osmanlı aydınları, onun ve sâir “izm”lerin tesirinde çokça kaldılar. (Türkiye Cumhuriyeti ise, tamamen bu akımın etkisinde şekillendi!)
Bu hengâmede, “hürriyet-eşitlik-adalet, terakkî” talepleri, Osmanlı cemiyetini çalkalamıştır.
Haddizatında Osmanlılar o tarihe kadar kendi kendilerine yetiyordu. Tarihçilere göre de, Osmanlı toplumu sınıfsız bir toplumdur. Ve Batı tarzı bir sınıf çatışması anlayışı uygulanamazdı. 2
Hürriyet hareketleri de, kitleleri harekete geçirecek şekilde olamazdı. Çünkü, İslâm’dan gelen bir anlayışla hukuk ve adalet karşısında herkesin eşit olduğunu bilen ve Batı’da olduğu gibi sınıflı bir toplum gerçeğini yaşamayan insanlara “eşitlik” fazla bir mânâ ifâde etmezdi. İster ülkeyi yöneten sultan, padişah, ister gedâ olsun, herkes adalet ve hukuk karşısında eşitti.
Kur’ân, “Biz Âdemoğullarını mükerrem ve şerefli kıldık” 3 buyururken, zengin-fakir, siyah-beyaz, veya kuvvetli-zayıf ayırımını yapmamıştır. İnsan olan herkes, Allah’ın yaratığı olmak açısından aynı şerefe sahiptir. İman ve ibâdetin şerefi ise, ayrıca bir imtiyazdır. 4
Meselâ, Ramazan ayında, Padişahın huzûrunda bir âlimin Kur’ân âyetlerini açıklayarak, diğerlerinin de soru sorarak katıldığı iki saatlik huzur derslerine ülkenin tanınmış âlimleri katılır ve herkesle birlikte Padişah da ders süresince diz çöküp oturarak dinlerdi. 5
Meselâ, Fâtih Sultan Mehmed, dâvâlısı Rum cemaatinden bir teb’ası ile mahkeme huzûruna çıkmış, muhakeme olmuş, aleyhinde karar verilmişti. (Gerileme ve yıkılış devrindeki aksaklıklar, yanlış uygulamalar, bahsimizden hariçtir. Çünkü, ölçü onlar değildir. O zaman değil başkalarına, kendi dindaşlarına bile iyi davranamamıştır.)
Konuya yarın devam edelim inşâallah.
Dipnot: 1- Mehmet Refiî Keleci, Risâle-i Nur’da Kur’ân Mu’cizesi, İz Yay, İst., 1998, s. 13. 2- Ayşe Saşa, Zamansız Sözler (Eyüp Can) Timaş, İs., 2000, s. 145-146. 3- İsrâ, 70. 4- Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, İslâm'da İnsan Hakları Beyannamesi, OSAV, İst., 1997, s. 9. 5- Vehbi Vakkasoğlu, Osmanlıdan Cumhuriyete İslâm Âlimleri, Anahtar Yay., İst., 1994, s. 10.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.