'Sütçü' ve odun!
Dün bizim gazetenin Pazar ekinde Süheyl Eğriboz'la ilgili güzel bir haber vardı. Nâm-ı diğer "Sütçü"; Yeşilçam âleminin en güzel dayak yiyen, daha doğrusu dayağı en iyi hak eden oyuncularından biriydi Süheyl Eğriboz. Cüneyt Arkın ağabeyimiz sinemada neyi temsil ediyorsa, "Sütçü" ağabeyimiz tam tersi; biri mert, öteki kalleş; biri yakışıklı, öteki kötü ve çirkin adam. Biri gerekmedikçe adam dövmez, öteki, "beni dövün, yok mu beni dövüp de rahatlatacak bir yiğit?" diye ortalıkta dolaşıp belâsını arar.
80 yaşındaymış! Halbuki ben onu hâlâ kötü yürekli pavyon işleticisi, karaktersiz mafya şefi bozuntusu patronunun emrinde sevenleri ayırmaya, mert ve yakışıklı delikanlıları dövmeye hazır 30 yaşlarındaki tahsilsiz ama bileği kuvvetli genç adam zannediyorum.
Sinemada yaşayan bir şey var, ilginç.
Şimdi, "Davulu biz çaldık, parsayı başkaları topladı" diye hayıflanıyor. Günaydın Süheyl abi; tarih dayak yiyenlerle ilgilenmez, dayak atanları yazıyor, filim icabı olsa bile! Bizim resmi tarihimiz, dayak yiyenlerin bunu hak ettiğine dair pek çok örnek olayla doludur. Hem dayak yiyip hem haksız yazılmak nasıl bir duygudur acaba; biz bu hissi tanır mıyız, bir düşünün!..
Lâf aramızda kalsın, Cüneyt abinin filimlerde adam döverken, yumruğu boşa savurup vuruyormuş gibi yapmak yerine, "gerçekçi olsun" şeklinde bir sanat endişesine kapılarak "dayak yiyici" tayfasından gariban figüranları eni-konu patakladığı yolunda bir efsâne vardır; doğru mudur bilmem? Ne var ki dövermiş gibi yaparken evire çevire patakladığı figüranlar bir yana, aksiyon sahnelerini çekerken Cüneyt Arkın'ın kırılmadık kemiği kalmaması, bu teoriyi ucundan-kenarından hafifçe sakatlıyor.
Doktora konusu bile çıkar bu Yeşilçam-Türk siyaseti benzerliğinden yahu!
Vaktiyle sinemalarda zora düşmüş esas kızı kurtarmak için esas oğlan çıkageldiğinde salon alkıştan yıkılırdı. öyleyse yerli yersiz, "Yargıya saygı gösterin" nutukları çekmeye gerek yok, "adâlet tecelli ettiğinde bunu herkes anlayabiliyor zaten. Siyasette de üç aşağı beş yukarı böyle oluyor; aynen Yeşilçam filimlerindeki basit mantığın işlediği üzere bizde ahali, esas oğlanla kötü adamın kim olduğunu ayırmakta pek zorluğa uğramıyor; müşkül şurada: Siyaset oyunundaki finaller, Yeşilçam senaryolarına benzemiyor. Meselâ diyelim Erol Taş pek çok kötülük etmiş, ihanet, iftira, tecavüz, cinayet, aklınıza gelen her melâneti işlemiş fakat filmin sonunda ölmesi veya hapse girmesi gerekirken bakıyorsunuz hâlâ pavyon işletmeye, saf genç kızları beyaz zehire alıştırmaya devam etmekte. Ee, hayatla filim arasında bir mesafe var demek ki; o mesafenin kaybolduğu anlar da oluyor hâliyle (örneklerini siz bulursunuz artık bir zahmet!).
Süheyl abimiz vaktiyle Hz. ömer'in Adaleti filminde, katili oynadıktan sonra Düzce'nin Konuralp nahiyesinde dünyadan habersiz yolda yürürken yakayı ele vermiş, "Yusuf ismindeki bir arkadaşımla yürüyorum. üç dört kişi önümü kesti. 'Ulan Hazreti ömer'i öldürürsün haaa' diyerek üstüme çullandılar. Kafama da bir odun parçasıyla vurdular. İzmit 305 numaralı askerî hastanede kendime geldim. 18 dikiş atıldı kafama. Dört beş gün hastanede yattım."
Türk toplumu da bir yerde Sütçü Süheyl abiye fena halde benzemektedir; diyor ki, "İlk zamanlar hanımla sokağa çıkamazdım. Sokakta insanlar, 'bak, yine düşürmüş bir kadını götürüyor' derlerdi..." Bu naif yargının modern yansımalarıyla karşılaşmak her zaman eğlendirici olmuyor. Alın meselâ; vatandaş hacca niyet etmiş, vekili, "boşver gitme, Araplara para kaptırma; hem belki ölür orda kalırsın" diye espri yaptığını zannetmekte.
Süheyl abimizin başına inen odunla, hacı namzedi dedenin başına indirilen odun arasında bir ilişki var olmasına fakat aklım karıştı, çıkaramıyorum.
Ha bir de "odun"lu bir fıkra vardı değil mi?