“Özeleştiri yapmayacak mısın?”
Bir kardeşimiz, “Özeleştiri yapmayacak, muhasebe ve murakabe ile kendine çekidüzen vermeyecek misin?” diye sordu telefonda biraz da kızgın bir ses tonuyla.
Olabildiğimce nazik ve nazenin bir eda ile, “Bu sualine vereceğim cevap, ‘Elbette, kimse kendisini lâyüs’el (sorumsuz) zannetmemeli!” şeklinde oldu.
İlâhî fermanlarda hayatımızın her safhasının, her dakikasının hesabını vereceğimiz ısrarla ve mükerreren beyan edildiğine göre; kendimizi nasıl bunun haricinde görebiliriz? Ayrıca, kendimizi muhasebe ve murakabeye çekmeden imtihanı kazanabileceğimizi düşünüyorsak, fena halde aldanıyoruz, demektir.
Ancak, hayatımız hep güllük gülistanlık olmaz. Hizmet zemini ve müesseselerimiz serapa gül bahçesi de olsa, dikenleri, mezbelelikleri, nahoş yerleri olacaktır.
İnsan zaafsız, hizmet edilen mekânlar problemsiz olabilir mi? Önemli olan, İlâhî ölçülere dayanarak onları çözmeye çalışmaktır. Yoksa, nefsi ölçülere göre değil!
Ehl-i iman ve ehl-i hizmet olarak şiddetli imtihanlardan geçtiğimizin şuuruna vararak adım atmalıyız.
Problemsiz, acısız, ıztırapsız, sıkıntısız, başarısız bir hayat düşünülemez. Bunlar imtihanın gereği değil mi? Musîbetler, felâketler, yokluklar, inişler ve çıkışlar da hiç eksik olmaz. Zira, dünya zevk ve lezzet yeri değil; imtihan yeridir.
Hepimiz başta nefsimizle, insî ve cinnî şeytanlarla, deccalizmle, müstebit sistemle, günahlarla mücadele ediyoruz. Bunu ferd ve cemaat olarak da gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Bu kararsız dünya deverânında kimi zaman mağlûp olur, kaybederiz. Ve bu kaybedişin müsebbibi, kendimizden çok başkaları, hizmet ehli kardeşlerimiz veya yöneticilerimiz zannederiz. Oysa, başarı elde edildiğinde kendi payımızı, hizmetimizi, emeğimizi düşünür, iftihar eder; ücretimizi alır veya bekleriz. Kaybettiğimizde ise,—suçluluğun psikolojisiyle midir nedir—hemen başkasına yöneliriz. Kaybedişlerimizde, kaderin ve başka hususların payını da ayırarak; hata ve kusurlarımızı muhasebe, murakabe etmeli ve kendimizi özeleştiriye tabi tutmalıyız. Üstad’ın şu uyarısı hepimizedir:
“Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı mânevî daha metindir. Ve, tenfîz-i ahkâm-ı şer’iyeye (şeriatın hükümlerini uygulamaya) daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinadla vezâifi deruhte edebilir. Cemaatin ruhu olan şahs-ı mânevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduttur (sınırlıdır). Cemaatin ise gayr-ı mahduttur (sınırsızdır).”1
Burada kendimizi sorgulamamız gereken husus; biz ne kadar cemaat şuuruyla hareket ediyoruz? Şahs-ı manevînin güçlenmesi, istikameti için ihlâs, gayret, sadakat, fedakârlık ve vefakârlığımızla ne kadar katkıda bulunuyoruz? Bir kalbin taşıması gereken “iman, muhabbet, sadakat, hamiyet” gibi dört temel özellik bizde hangi seviyededir?
Sahibüzzaman’ın, “Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte Risâlesini mâbeyninizde beraber okumalısınız. Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüd ve ittifakınız, bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü bozmasın.” 2 direktifini yerine getirmek için kendimize soralım:
Bu eserleri kaç günde, kaç haftada, kaç ayda bir okuyoruz? Kendimizi test edersek acaba nasıl bir sonuç alırız?
Kusurları başkasına yükleme, yalnızca yöneticileri hatalı görme kolaycılığına kaçmak kime ne kazandırır?
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 87.; 2- Kastamonu, s. 172.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.