Devlet Vatandaş İçin Vardır
İster İslam Devleti olsun, isterse laik, seküler, demokratik, din dışı devletler olsun fark etmez, devlet vatandaşa hizmet için vardır. Devlet ve millet zımnen bir anlaşmanın ürünüdür. Bu sayede millet rahat, huzur ve emniyet içinde yaşar.
İslam’a göre Devlet Başkanı ve meclis, İslamî esaslar çerçevesinde kanunları koyar. Bunun kaideleri “usul-ü fıkıh” ilminde yazılıdır. Buradan bir “İslamî Anayasa” çıkarırsa, işler daha da kolaylaşır. Yine Devlet Başkanı ve atadıkları yöneticiler, o kanunları adaletle uygularlar. Millet de hoşuna giden hususlarda da, aksi durumda da o devlete itaat eder.
Eğer bu anlaşma şartlarına karşılıklı olarak uyulursa, orada dirlik, düzenlik ve esenlik vardır. Sonuçta başarı vardır, zenginlik vardır, mutluluk vardır. Eğer yöneticiler İslam’ın öğretilerinden ve takvadan saparlarsa, zalim olurlar ki o takdirde devlet İslamî de olsa insanları mutlu edemez.
İslam devlet ve millet yapılanmasında halkın yöneticilere itaat etmesinin şartı, yasaların ilahi ilkelere uygun olması kadar, uygulayanların adil ve hukuka saygılı olmalarıdır. Değilse devlet başkanı itaat edilme hakkını yitirir. Zira asıl olan Allah’a itaattir. İlke açıktır: “Halika isyan olan yerde mahluka itaat yoktur.”
İslam Dışı devletler de vatandaşlarına hak ve hukuk çerçevesinde yaklaşır, hukukun üstünlüğünü korur, yasaları adalet ve eşitlik ilkelerine uyarak uygular. Böylece orada da yöneticiler vatandaşından yasalara ve yöneticilere itaat hakkını kazanırlar. Yani anlayacağımız zulüm, bütün dinlerde ve felsefelerde haramdır, çirkindir, kabul edilemez.
Hangi tür devlet olursa olsun, kanunsuz emir ve yasak koyduğunda itaat hakkını kaybeder. Halk, güç ve kuvvet yetiriyorsa bu kanunsuzluğu fiilen önler. Yok, güç yetiremiyorsa, zulme, haksızlığa maruz kalan bir Müslüman sabredecek, güç ve kuvvet kazanmaya bakacak, imkanlarını artıracak, ama bu arada fitneye sebep olan isyanlardan kaçınacaktır. İsyanın da bir zamanı vardır. Onu da yazacağız inşallah.
Ancak şu var ki, hakkını alamayarak zulme maruz kalmak başkadır, günah olan emre maruz kalmak başkadır. Bu ikisini karıştırmamak lazımdır. Böyle bir durumda, yani günah olan emre maruz kalındığında, ne başkana, ne de daha başkalarına itaat gerekmez.
Mesela devlet başkanı birisine: “Namaz kılma, hacca gidip de paranı boşa Araplara yedirme, çağdaşlık gereği açıl saçıl, medeniyet gereği içki iç, kumar oyna, domuz eti ye, zina suç değil, yap” gibi günah olduğu kesin bilinen hususları emretmiş olsa, O’na asla itaat olunmaz. İsyan edilmese bile itaat edilmez.
Daha da yakından bakalım konuya isterseniz. Mesela içki haramdır. Bu din açısından kesindir. Ama diyelim ki bir devlet veya onun yöneticileri bu haramı, bu yasağı tanımadı ve kaldırdı.
Diyelim ki tesettürü yasakladı.
Diyelim ki zinayı suç olmaktan çıkardı.
Diyelim ki erkeğin dörde kadar evlenmesini yasakladı.
Bu tür kanunlar, emirler, İslam’a ters düştüğü için, bir Müslüman bu tür kanunları kalbinden çirkin görerek inkar eder. Onlara içinden saygı duymaz. Kendini bunlara uyma mecburiyetinde hissetmez.
Ama gücü yoksa buna fiilen karşı da gelmez, isyan da etmez. Sadece emri dinlemez, yerine getirmez, emrin gereğini yapmaz, başkalarına da imkanı varsa öğreterek emr-i ma’ruf nehy-i münker yaparak kötülükle mücadele vazifesini yapmaya çalışır. Zaten bu da fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamında hakkıdır. Pasif direniş, demokratik muhalefet, kamuoyu baskısı dedikleri de budur ve yabana atılmayacak bir etkinliğe sahiptir.
Diyelim ki yönetici herkese alkollü içki içme emri verdi. Bir Müslüman asla dinlemez ve kat’yyen o içkiyi içmez. Bu emre itaatsizliktir. Ama isyan değildir. Arada çok fark var.
Diyelim ki “mahrem yerlerini aç, elbisenden soyun” dediler. Asla! Bu bir itaatsizliktir. Ama isyan da değildir.
Peki ama bir isyan hukuku yok mudur İslam hukukunda?
Elbette vardır ama bu çok dikkat isteyen bir konudur. Bir gün onu da yazmaya söz verdik yukarda. Ama özeti şudur:
İslam Devlet başkanı küfre düşerse, bu durumda bütün Müslümanlara isyan edip onu azletmek vacib olur. İsyana gücü yetene sevap vardır. Müdahene eden, yağcılık, dalkavukluk yapan günahkâr olur. Aciz kalana da oradan hicret gerekir. Buna da gücü yetmezse, sabreder. (Bkz. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 6/437)
Evet, Resûlullah'ın (aleyhissalâtu vesselâm) koyduğu ölçü malumdur: "Allah'a isyanda kula itaat yoktur."
Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
- Benden sonra adam kayırma olayları ve görmeye alışmadığınız işler meydana gelecektir, buyurdu. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:
- Yâ Resûlallah! Bizden o günleri görenlere ne emredersiniz? diye sordular.
Şöyle cevap verdi:
- Yapmanız gereken görevleri yaparsınız, hakkınız olan şeyin size verilmesini Allah’tan niyâz edersiniz.(Buhârî, Fiten 2, Müslim, İmâre 45. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 25)
Evet, yapmamız gerekeni mutlaka yapmalıyız, yapmamamız gerekeni de asla yapmamalıyız. Ancak daha önce görmüştük, kanunsuz emre itaat etmemek başka, isyan etmek başkadır. Hatta görmüştük, isyan hakkı başka, isyan vazifesi başkadır.
Bütün bunları doğru anlayıp da kullanmak dinde tefekkuhtur. Yani fıkıh ilminde derinleşme ve meleke sahibi olmayı gerektirir. İşte bu sebepten ötürü alimlere ihtiyaç asla bitmez.
Bu ümmetin en büyük sermayesi, başta İslam Alimleri olmak üzere yetişmiş insan gücüdür.
Bazı kardeşlerimiz kimi yorumlarında bu konuya dalmamızı faydasız buluyorlar. Allah aşkına iyi düşünüp taşınalım, öyle mi?
Bu konular medyamızda zaten çok yazılmıyor. Peki, biz yazmasak, siz yazmasanız, halk nerden öğrenecek bu gerçekleri? Bir devlet bilinci, itaat bilinci, isyan bilinci nasıl gerçekleşecek?