İslam Hukukunda İsyan: Sabırcı Görüş
Soruyu şöyle sormuştuk: “Halife azil karşısında direnirse ne yapılacaktır? Böyle zalim halifeye karşı ayaklanmak ve silah çekmek caiz midir?
Bu soruya üç ayrı ictihatla cevap verilmiştir: 1-Devrimci Görüş 2-Sabırcı Görüş 3-Temkinci Görüş”
Sonra da şöyle demiştik: “ 'Temkin görüşünü' biraz daha yakından görelim, ne dersiniz?
Ama oldu olacak, yanlışı açık olan devrimci görüşü bırakalım da ehl-i sünnetin iki görüşünü biraz daha yakından görelim. Kaynağımız, bizim yazdığımız “ İslam’da Devlet ve Siyaset” kitabıdır. İşte oradan önce Eş’arî’lerin görüşü olan “sabır görüşü”:
Bu görüş, ehl-i sünnetin çoğunluğu ile, İsna Aşeriyye İmamiyesinin görüşüdür. Zalim sultana karşı, isyan yerine sabretmeyi esas alan görüştür. Bu görüşe göre, zalim sultanın Allah'a isyan ve günah olan emirleri yerine getirilmeyecek, bunun karşılığında gelen eziyet ve işkencelere sabredilecek, haksızlığa katlanılacak; sevaba erilecektir. Ancak bu görüşten hiçbir zaman zulmü onaylama ve ona teslimiyet anlaşılmamıştır.
Sabır, aklın ve şeriatın gerektirdiğini yerine getirme uğrunda nefsi tutma demektir. Sabır pek çok faziletleri içerir. Onun için, "Sabır, dinin yarısıdır" denmiştir.
Daha önce de dikkat çekildiği gibi bu sabır, hiçbir zaman zulmün ve taşkınlığın meşruluğunu veya haklılığını kabullenme veya onaylama anlamında değildir. Sabrın esası, kötülüğü önlemeye güç yetirememektir. Ölçü şu hadistir: "Sizden biriniz bir kötülük görürse, onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıfıdır."( Müslim, İman 20, Tirmizi Fiten 12)
Sabır ehli, organizeli devlet güçlerine karşı isyanın bir fayda vermediğini, başarı getirmediğini, hatta yer yer kadın, çocuk demeden insanların katledilmesi, ırz ve namusların çiğnenmesi, evlerin yakılması, beldelerin yıkılması, hiçbir şeyden habersiz bir çok mazlumun çok büyük cezalarla cezalandırılması, malların ve mülklerin talan edilmesi gibi daha büyük zulüm ve kötülüklere sebep olduğunu Hariciler ve Şiilerin isyanlarında görmüşler ve kötülüğü önleme yollarından biri olan "el ile düzletme"yi devlete bırakarak, dil ve kalp ile düzeltmeyi kabullenmiş ve kullanmışlardır. Bu, kötülüğü bir yerde sessizce reddediştir. "Pasif direniş" veya "sivil itattsizlik" denilen mücadele biçiminin ilk örnekleridir. Şimdilerde buna “demokratik muhalefet biçimi” de diyorlar. Bu anlayış, alimler ile idarecilerin aralarının açılmasının en büyük etkenlerinden biri olmuştur.
Devrim ekolü, bir "aktif muhalefet" biçimi ise, sabır ekolü de bir "pasif muhalefettir". Ama muhalefettir. Çünkü, her ne kadar görünüşte bir sükut ve sessizlik varsa da, aslında içte ve derinde, düzeltme ve değişim arzu ve niyetlerinin sürekli beslendiği ve büyütüldüğü de bir gerçektir. Zaten, gücü yetene elle ve dille düzeltmeyi emreden ve devrim ekolüne delil olabilecek olan hadiste, gücü yetmeyene, o gün gelinceye kadar kalbiyle buğzetme görevi verilmişti. Bu da imanın en zayıf derecesi olduğuna göre, sabır ekolüne sahip bir müslümanın, içinden düzeltme ve değiştirme niyetlerini beslememesi mümkün değildir. Yani bu yönüyle sabır, asla bir tutsaklık ve teslimiyet değildir.
Bu konuda Nevin A. Mustafa şunları söyler: "Sabır, hiç şüphesiz İslam’da, muhalefeti ifade biçimlerinden biridir. Çünkü bu hiçbir şekilde zulmün ve taşkınlığın meşruiyetini onaylamayı ve ona teslimiyeti içermez. Sabır, hadisin mübah kıldığı güç yetirme şartıyla ilgilidir. Öyleyse sabır kalple ve bazen de dille kötülükten alıkoymak anlamına gelir. Sabır, eli veya bazen dili kullanmaktan nefsi tutmak ve güç yetirme şartına bağlanarak "kalple" yetinmektir. Böylelikle sabır tutumunda, kötülüğe karşı suskun kalma günahından kurtuluş söz konusudur. Çünkü ilahi cezayı gerektiren davranış, kötülükten sıkıntı duymamak ve batıl karşısında tam olarak pasif kalmaktır. Oysa sabır, hattızatında sessizce reddedişi ifade eden bir “tavır” ve "tutum" dur. Bu ise, daha aktif bir tutumun doğmasına zemin teşkil eder. Hatta hazırlık ve itici güç olabilir”.( Nevin A. Mustafa, s. 261)
Bu görüşün sahibi alimler sultanların kapısına gitmekten kaçınmışlardır ama yeri geldikçe onlara ve onlar adına yönetenlere öğütler vermiş, tavsiyelerle hayra yönlendirmeye çalışmışlardır. Onlardan eziyet ve işkence görmelerine rağmen, yanlışa katılmamış, haksızlığa destekçi olmamış, hak bildiklerinde sabırla direnmişlerdir. Elbette idarecilerle beraber olmaktan korkmalarının haklı sebepleri vardır. Onlar dinlerine düşkün insanlardır. Münafıklığa düşmekten korkar, önleyemedikleri kötü iş veya söze şahitlik etmek istemezlerdi. Hatta bu beraberliğin onlara meşruiyet kazandırmasından korkar, halkı yanıltmak istemezlerdi. Sa'd b. Ebi Vakkas (ra)’ın söyledikleri ilgi çekicidir. Oğulları, sultanlara gitmesi için onu teşvik edince şöyle demiştir:
-Evlatlarım! Bir topluluğun etrafını çevrelediği leşe mi gideyim? Yemin olsun ki, elimden gelirse bu meclislere asla katılmayacağım."
Oğullları, yoksulluk ve açlıktan korkularını söyleyince, şöyle dedi:
-Evlatlarım! Zayıf bir mü’min olarak ölmem, şişman bir münafık olarak ölmemden daha iyidir."( Nevin A. Mustafa., İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, s. 265)
Hasan Basrî de “sabırcı görüş” sahibidir. Çünkü başarılı olunmaması halinda çok kan dökülür gerekçesiyle kıyamların içinde bizzat yer almamıştır. Bununla beraber, idarecilerin verdiği maaşı reddetmiş, işledikleri zulümleri bir bir saymış, bunun gıybet olacağını söyleyenlere ise, “zâlimin zulmünü dile getirmek gıybet değildir” demiştir. Bu dönemde, her tarafta zâlimler tarafından oluk oluk müslüman kanı akıtılırken âlimlerden bazılarının “ilim” adı altında fer’î meselelerle halkı oyalamasına içerleyen Hasan Basrî hayretini şöyle dile getirecektir: “Ne garip! Müslümanların kanlarının köpek kanı gibi akıtılmasına aldırmayanlar, pire kanının hükmünü soruyorlar.”
İlahi takdirin bir cilvesidir ki, şia içinde Zeydiyye, İsmailliyye ve Keysaniyye devrimci görüşü benimsemiş olarak bir çok ayaklanmalara teşebbüs etmiş ve başarısız olmuşlar iken, sabır görüşüne sahip olan İmamiyye gurubu, İran'da, dünyanın en büyük devrimlerinden birini gerçekleştirmiştir. Bu da devrimci görüşün yöneticilerinin, geçmişten aldıkları dersle, sabır görüşünde piştikten sonra, temkin görüşünün gereği olarak, "zamanı gelince devrim"i benimsemiş olmalarından kaynaklansa gerektir.
Şimdi gelelim o temkin görüşüne, ama gelecek yazıda.