Şu bizim demokrasi
“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyecek kadar ve “Veli Padişah” dediği Sultan II. Abdulhamid’i “baskıcı” bulup sert ifadelerle eleştirecek kadar derin hürriyetçi olan Bediüzzaman’a “cumhuriyet düşmanı” (bir köşe yazarının ifadesidir) diyebilmek için ya Bediüzzaman’ı tanımamak, ya da “mutlakıyet”le hürriyet arasındaki farkı bilmemek lâzım gelir.
öncelikle Bediüzzaman tam bir hürriyetçidir. Hürriyetçidir, çünkü hayatın en müstesna ürünü olan insanın her türlü hak ve hürriyete layık olduğuna, doğal kabiliyetlerini de ancak hürriyet içinde geliştirebileceğine inanmıştır. Bu bakış açısıyla önce meşrutiyetten, sonra cumhuriyetten taraf olmuş, bunları bir nevi İslâm'daki “meşveret” kaidesinin ihyası olarak görmüş, meşrutiyetin “hak, sıdk, muhabbet” ve “eşitlik” üzerine ebedîleşeceğini söylemiştir. (Divan-ı Harb-i örfi, s. 30)
Fakat ihtiyatlıdır. “Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı -hâşâ ve kellâ- istibdada (diktatörlüğe) müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek (yalanlamak) için, meşrutiyeti herkesten ziyade alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye...” (a.g.e. s. 61)
Bediüzzaman'ın korkusu, meşrutiyetin kurucusu geçinen İttihad ve Terakkî Cemiyeti liderlerinin ülkeyi bir zümre diktatörlüğüne teslim etmeleri ihtimalidir. Herhalde bazılarının söz ve davranışlarında bu ihtimali kuvvetlendiren işaretler görmüş olmalı ki, telkin ve tavsiyeleriyle bu yolu kapatmaya çalışmıştır.
Meşrutiyetten hemen sonra İstanbul'da Bayezid Meydanı’nda kalabalık bir dinleyici kitlesine irticalen söylediği ve daha sonra Selanik’te Hürriyet Meydanı’nda tekrarladığı nutukta meşrutiyete bakışını bulmak mümkündür. Aynı nutkunda endişelerini de kısmen dile getirmiş, hürriyetlerin su-i istimal edilmemesi gerektiğini, su-i istimal edilmesi hâlinde elden kaçırılacağını hatırlatmış, istibdadı başka kapta, değişik şekillerde millete içirmek isteyebileceklere karşı dikkatli bulunulmasını millete ihtar etmiştir:
“Zira hürriyet müraat-ı ahkâm [hükümleri muhafaza, koruma, kollama] ve âdâb-ı şeriat [dinî kaideler] ve ahlâk-ı hâsene [güzel ahlâk] ile tahakkuk eder [gerçekleşir] ve neşvünema bulur [gelişir].”
Hürriyet ve demokrasinin şu sayılan kâmil unsurları yalnız o günün içinde değil, günümüzde de uygulanabilse, Türk demokrasisi sık sık askerî müdahalelere maruz kalmaz, sistem tökezlemekten kurtulur ve Türkiye geri kalmışlık kıskacını kırıp ötesine geçerdi.
Büyük derdimiz demokrasinin yanlış tefsir ile su-i istimal edilmesinden ve hürriyetin başıboşluk zannedilmesinden kaynaklanıyor.
Yani doktrin dün olduğu kadar bugün de geçerlidir. Günübirlik değil, asırlıktır. Asırlık çare koyma kabiliyeti de yalnızca müstesna insanlara mahsustur. Herkesin "Hürriyet!" diye, "Müsavat!" diye, "Adalet!" diye ve "Yaşasın Meşrutiyet!" diye bağırarak sokaklarda yarı sarhoş dolaştığı kargaşa günlerinde, (İkinci Meşrutiyet'in ilanı hengâmında) meşrutiyet konusunda birtakım endişeler izhar etmekte Bediüzzaman'ın ne kadar haklı olduğu, meşrutiyeti müteakip günlerde görülecek, İttihad ve Terakkî’nin aklı başında bazı mensupları bile olup bitenlerden yakınmaya başlayacaklardı.
Yalnız saray değil, İttihad ve Terakkî dahi hazırlıksızdı. Korkunç bir ihtirasla, ama plânsız ve programsız şekilde devleti günbegün avuçlarına alıyor, ne var ki tuttukları her şeyi, kimi bile bile, kimi de acemiliklerinden dolayı tahrip ediyorlardı.
Korkunç bir demagoji ve karalama devri başlamış, rüşvet yaygınlaşmış, basın susturulmuş, Sultan Abdülhamid'in hafiyelerini bile geçen ihbarcılar türemiş, meşrutiyet tam bir zümre diktatörlüğüne dönüşmüştü. İnsanlar sokak ortasında kurşunlanıyor, uydurma mahkemelerin siyasî kararlarıyla zindanlara atılıyor yahut ipe gönderiliyordu.
Gerçek vatanseverler, hâlis niyetliler İttihad ve Terakkî’den kopmuş, parti çıkarcıların eline geçmişti. Diledikleri gibi hüküm sürüyorlardı.
Başlangıçtaki “İttihad-ı Anâsır” (Osmanlı Devleti bünyesinde yer alan değişik dil, din ve ırkları birleştirme) siyaseti, devlet içindeki bazı kavimlerin ihaneti görüldükten sonra terk edilmiş, kâh “Türkçü-Turancı”, kâh “İslâmcı” politikalara teveccüh edilmiş, ancak temel politikaların belirlenmesinde zikzak yapıldığı ve satıhta kalındığı için bozgun sürmüştür.
Nihayet parti Enver-Talât ve Cemal Paşa üçlüsünün eline geçmiştir. Bu macera Birinci Dünya Savaşı’na sürükledikleri koca imparatorlukla birlikte bitmiş, ancak imparatorluğu da bitirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde demokrasi denemeleri, gerçek bir ibret levhasıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.