Belinde silahı olan adamla “barışın dilini” konuşmak!?..
Neredeyse her gün mayınların, bombaların patladığı, şehit haberlerinin geldiği; dumura uğrayan akıllarda, düşüncelerin yerini duyguların aldığı; beynin vazifesini omurilik ve reflekslere devrettiği; buna karşılık yemin etmeyen BDP’nin siyaseti sokakta, TBMM dışında yürüttüğü bugünlerde, akil insanlar (özellikle liberal kesimdekiler) şu soruya cevap bulmaya çalışıyorlar: Kürt meselesi siyasetle mi çözülür silahla mı?
Ve genellikle verilen cevap: “Ne PKK’nın Silvan’da, Çukurca’da askerleri öldürmesi bu meseleyi çözer ne de uçakların Kandil’i ve diğer odakları bombalaması. Çünkü iki taraf da bu yolu çok denedi. Bu yol bir yere çıkmadı. Bir duvarın dibinde binlerce ölüyle kalakaldık. Bundan sonra da olacak olan budur.”(Ahmet Altan, Taraf)
Bir kere şunu tespit etmek gerekiyor: Kürt tarafı, şimdiye kadar elde ettikleri demokratik hakları “verdikleri silahlı mücadele” sayesinde kazandıklarına inanıyor. Vardıkları her noktanın bir adım sonrası için de “silahın olmazsa olmaz” olduğunu düşünüyorlar. Çünkü kendilerine, gönüllerinde yatan şeyin “tam istedikleri doğrultuda” veril(e)meyeceğini biliyorlar.
Neden mi? Açık söyleyelim, istedikleri şey “bağımsızlık” da ondan. Bunu nereden mi çıkarıyoruz? Çünkü yapılan bütün açılımlara rağmen, hiçbir zaman bir memnuniyet duygusu dile getirmediler, yapanın hakkını teslim etmediler. Yani barışa doğru gidildiğine, küçük de olsa bir adım atıldığına dair bir tavır göstermediler. Her defasında ya daha ileri bir “istek aşamasına” geçtiler ya da lanet bir saldırıyla süreci sekteye uğrattılar. Kürt siyasiler bir defa bile PKK’yı eleştirmediler, “Onlarla herhangi bir organik veya gönül bağımız yok” demediler!? Aksine “Sizin terörist dedikleriniz bizim için kahramandır” veya “Bize vereceğiniz oy dağdaki gerilla kardeşlerinize vereceğiniz oydur” dediler!? Mehmetçiğimiz alçakça yapılan saldırılarla şehit edilirken hiç sesini çıkarmayanlar, yapılan sınır ötesi harekat için, seçilmiş milletvekillerinin de katılımıyla, Taksim’de gösteri düzenledi!?
Bütün bunları, şunun altını çizmek için anlatıyorum: Kürt politikacılar (BDP ve öncekiler) PKK’nın silahlı gücünü arkasına alıp siyaset yapıyorlar. Bir başka deyişle PKK silahını bellerine sokup sahne alıyorlar. Ve bunu Türkiye Cumhuriyetinin hukuk sisteminin güvencesi altında, onun verdiği hakları kullanarak yapıyorlar... Ankara’da oturuyorlar, memleketin tüm zenginliklerinden istifade ediyorlar ve bir adım atıyorlarsa bunun TCK’daki karşılığını bilerek atıyorlar. Yani her meşru devlet organizasyonunda olduğu gibi hak-hukuk belli, suç ve ceza belli.
Oysa madalyonun diğer yüzü hiç de öyle değil... Kürt siyasetçinin belindeki silah olarak tabir ettiğimiz güçlerin (dağdaki PKK ve/veya şehirdeki uzantıları) ne zaman çekileceği, nerede kime doğrultulacağı belli değil. Bunun yazılı bir kuralı, kaidesi yok. Hukuki bir karşılığı, müeyyidesi yok. Sorumlu olduğu belli bir mercii de yok. Hatta tam aksine karşı tarafa (Türk tarafı: Asker, polis, iş makinesi vs) şu ya da bu şekilde verilen zarar ne kadar fazla ise o kadar takdire şayan bir iş kotarmış oluyorlar!?.
Ben bunu, eski Amerikan filmlerinde olduğu gibi, belinde tabanca taşıyan, kafasına göre yaşamak isteyen, hiçbir meşru güce karşı sorumluluk duymayan, hiçbir kutsalı da olmayan sokaktaki bir haydutla, kanunlar ve kamuoyu önünde yükümlülükleri olan bir şerifin karşılaşmasına benzetiyorum... Bu pozisyonda barışın dili nasıl konuşulabilir ki?
...Bir tarafın hiçbir meşruiyeti yok. (Evet meşruiyetleri yok, çünkü: Birincisi, hak ve özgürlüklerin kısıtlanması elbette bir itaatsizliğe hak kazandırabilir ama bu meşru zeminlerde, demokratik platformlarda yapılmalıdır. İkincisi, geçen haftaki yazımızda da belirttiğimiz gibi seçimlerde de halktan, onların meşru temsilcisi sayılabilecek bir oy oranı alamamışlardır.) Ve her türlü serbestiye sahipler... Devletin askerine silah çekmek, polisini sokak ortasında öldürmek, yol kesip kimlik kontrolü yapmak, buralarda “devlet benim” demek, canının istediği bölgede “özerklik” ilan etmek, askerin-polisin yerine kendine öz savunma gücü (her neyse!) kurmak, milleti dağa kaldırıp ikna odalarına sokmak, vergi toplamak!.. Bütün bunları yaparken, yaptıklarının hiçbir hukuki karşılığı, hiçbir ceza-i müeyyidesi olmayacak!? Hiçbir makamı, hiçbir kuralı, hiçbir yasayı takmayacaksın!?
Diğer taraf (Devlet görevlisi) ise her şeyi meşru zeminde, kanunlar çerçevesinde yapmak durumunda olacak, kılı kırk yaracak, yaptıklarının hesabını o gün olmasa da bir gün mutlaka verecek! (aslında yanlış anlaşılmasın, olması gereken de bu zaten. Devlet ve görevlisi meşruiyetini buradan almaktadır çünkü.) Barışın dilini konuşacak tarafların şu eşitsizliğine bakın?
O halde ne yapılmalıdır, yani baştaki soruya cevabımız ne olsun? Barışın değil de savaşın dilini mi konuşalım?.. Hayır, barışın dilini konuşalım. Ama önce, tüm yurt sathında kanun hakimiyetini sağlayalım. Herkesin hukuk önünde hesap vereceği ortamı tesis edelim. Devlet mülkün sahibi olsun... Sonra, devlet devletliğini göstersin. Bu ülkede yaşayan bütün insanları, oldukları gibi, her türlü kimlikleriyle beraber eşit vatandaşlar olarak kabul etsin ve bunu kayıt altına alsın (Böyle bir anayasamız, böyle yasalarımız olsun.) Hak ve özgürlükleri güvence altına alsın. Siyasal, sosyal, ekonomik vs ne sebep varsa dağa çıkışların gerekçelerini ortadan kaldırsın. Silah sadece devlette olsun ve o silah hepimizi korusun...
Hulasa: Devlet hukukunu tanımayan silahlı bir güçle (ister TBMM’de olup silahı başkasına taşıtsın, ister Kandil’de bizzat taşısın, isterse de İmralı’da olup uzaktan kumanda etsin) barış konuşul(a)maz. Öncelikle, devlet silahı filmdeki o haydutun belinden alacak, sonra da, varlık sebebinin insanlara hizmet olduğunu asla unutmadan, şefkatle herkesi kucaklayacak. Şu milliyet, bu din, o mezhep, elit, avam filan demeden seçimse seçim, kanunsa kanun, müzakere ise müzakere, anlaşma ise anlaşma yapılacak... Barışın dili, ancak budur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.