Âlim yetiştirme seferberliği
Diyanet İşleri Bakanı Mehmet Görmez, İslâm âleminin derin bir yarasına parmak basmış ve “Biz yaklaşık 2 asırdır âlimler noktasında zayıflıyoruz. İslâm âleminin çok acil şekilde İslâm âlimine ihtiyacı var” tesbitinde bulunmuş.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, bu tesbitini Siirt’in Aydınlar (eski adı Tillo) ilçesindeki Kur’ân kursunda, dâvetlilere ve talebelere yaptığı konuşmada dile getirmiş. Öğrencilerden bütün dünyanın istifade edeceği şekilde ilim tahsil etmelerini de isteyen Görmez, “İlim ahlâktır, mesuliyettir. Öğrettiğiniz ilim sizin mesuliyetinizdedir” şeklinde konuşmuş. (AA, 30 Eylül 2011)
Bu hatırlatmanın terörle başımızın dertte olduğu bir dönemde ifade edilmesi de ayrıca önemlidir. Gerçekten de, olması gerektiği sayıda ve vasıfta “İslâm âlimi”miz olsaydı bugün yaşadığımız sıkıntıları yaşar mıydık?
Tabiî ki kendisini “âlim” ilân eden çok sayıda insan var, ama bunların ne ölçüde “İslâm âlimi” tarifine uyduğu ayrıca tartışılır. Belki “ilmi olan” vardır, ama “ilmiyle amel eden âlim”lerimizin sayısı ne yazık ki ihtiyaca kâfi değil.
Peki, ne oldu da “âlim”lerimizin sayısı azaldı? Bu soruya, makul cevap verebilmek için “yakın tarih”imizin çok iyi bilinmesi gerekir. Şu kadarını hatırlatalım ki, 1950 öncesi “tek parti” döneminde; gazetelerde yayınlanmaya başlanan ve konu itibarıyla İslâmdan bahseden “dizi yazı”lara bile müdahale edilmiştir. “Yok, öyle şey olmamıştır” diye itiraz edenlere, yine 1950 öncesi 18 yıl boyunca (1932-1950 arası) minarelerden Ezan-ı Muhammedi’nin okunmasının yasaklandığını da hatırlatalım! “Allahü ekber, Allahü ekber!” nidalarını yasaklayan bir anlayışın hüküm sürdüğü devirde “İslâm âlimi”nin yetişmesini bekleyebilir miyiz?
Maalesef o karanlık devirlerde bırakalım “İslâm âlimleri”nin yetişmesini, “cenaze kaldıracak hoca”lara muhtaç hale gelinmiştir.
Elbette o günkü Türkiye idarecilerinin hedef ve planları böyle olmuş, bunun için gayret sarfetmişler, ama şükürler olsun ki bu planlar bozulmuştur. Doğru, çok sayıda “İslâm âlimi”miz belki yok, ama “âlim” yetiştirebilen Kur’ân tefsirlerimiz var. Yine şükürler olsun ki, elimizde Risâle-i Nur Külliyatı gibi “her türlü soru”ya cevap verebilen eserler var.
Nitekim Bediüzzaman Hazretleri, iki hadis-i şerifle ilgili yaptığı bir izahta, “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir” der ve devamında da, “Risâle-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir” der. (Lem’alar, Yirmi Birinci Lem’a, s. 171)
Risâle-i Nur eserlerinin kıymetini hepimiz, ama bilhassa Diyanet camiası iyi bilmelidir. Diyanet İşleri Başkanı “âlim”lere duyulan ihtiyacı haklı olarak dile getirdiğine göre “âlim” yetiştirmek için özel bir proje geliştirebilir. Bu projede, istifade edilecek ‘tefsir’lerin başında da Risâle-i Nur eserleri olabilir ve olmalıdır.
Diyanet’in Risâle-i Nur’a sahip çıkması gerektiği de zaten Risâle-i Nur’da yer almaktadır: “Elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir vazifesidir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 401) “..bu kadar intişarıyla beraber hiçbir âlim ona itiraz etmemesi gibi hakikatler gösteriyor ki, elbette Diyanet dairesi Nurları himaye etmek hakikî bir vazifesidir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 773) “..Çünkü haricî dinsizlik cereyanına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyanet Riyasetinin vazifesidir.” (Emirdağ Lâhikası, s. 503)
“Âlim”in ölümü, “âlem”in ölümü gibi olduğuna göre “âlim” yetiştirmek için seferberlik başlatmanın vaktidir...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.