“Emperyal” şehirlerin ruhu...
İmparatorlukların başkentliğini yapmış şehirlerin "emperyal" ruhunu ve kimliğini fark etmek için özel bir çabaya gerek yok. Şu anda bir devletin başkenti olsun veya olmasın tarihin belli bir döneminde gücünü hissettiren bir imparatorluğa merkezlik yapmış şehrin ruhu, aradan geçmiş bunca zamana rağmen, caddelerine, meydanlarına, yapılarına ve hatta orada yaşayanlara sinmiş olduğundan meraklı bir göz bunu göstermekte zorlanmaz.
Birinci Dünya Savaşı'nın sona erdirdiği imparatorluklar döneminin hatırı sayılı devletleri arasında Osmanlı Devleti, çarlık Rusya'sı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletleri idiler. Bu imparatorluklara başkentlik yapmış Londra, Paris, Viyana, Berlin, İstanbul, Sen- Petersburg gibi emperyal şehirlerin ortak bir ruha, kimliğe ve yapıya sahip oldukları her gözlemcinin kolaylıkla fark edeceği bir özelliktir.
İmparatorluk dönemlerindeki emperyal güç temerküzünün ve yoğunlaşmasının bu şehirlerde olmasını anlamak zor değil. Emperyal devletlerin en önemli ayırıcı vasfı gücü somutlaştıran ve muhataplarını güç karşısında aciz bırakan somut yapıların öne çıkmasıdır. Mesela İstanbul'da Topkapı Sarayı'nın sadeliği ve mütevaziliği ile Dolmabahçe veya çırağan Saraylarının görkemliliklerinin karşılaştırılması emperyal gücünün somut kanıtı olarak okunabilir. Neticede bu tür emperyal yapılar birer iktidar ve gücün somutlaştığı mekanlar olarak işlev görmüşlerdir.
İmparatorluk merkezi olmuş şehirleri gezerken, oradaki yapıları seyrederken, meydanları adımlarken emperyal güç gösterisi bakış açısı ile yapmak anlamlandırma sorununu kolaylaştıracaktır. Her zaman eleştirel bir tartışma konusu olan Osmanlı Devleti'nin 19. yüzyıl ortalarında borç para ile Dolmabahçe Sarayını yaptırması düz mantıkla anlamsız gözükse de uluslar arası arenada yarış halinde olduğu imparatorluklar nezdinde gücünü ve iktidarını somutlaştırmanın yegane yolu olarak pargmatik ve rasyonel bir davranış olarak değerlendirilebilir.
Bu tür imparatorluk merkezi şehirlerin caddelerinde dolaşırken, o dönemden kalan emperyal yapılarını seyrederken önemli bir ayrıntı hep kafamı kurcalayıp durur. Mesela Viyana'yı, Paris'i veya Londra'yı dolaşan herkes bu şehirlerin nasıl bir devamlılık, süreklilik ve bir kırılma olmaksızın sürekli bir gelişmenin içerisinde olduklarını görür. Tarihten, gelenekten, emperyal dönemden ve ruhtan bir kopma söz konusu değil. Adeta bugün de tarih ve geleneğin emperyal ruhu devam etmekte, şehir kimliğini ve kişiliğini bu tarihsel emperyal ruhta bulmaktadır. İşin ilginç yanı bu ruha ülke ve şehir yöneticilerinin ısrarla ve inatla sahiplenmeleri ve sürdürmek için özel bir çaba göstermeleridir. Viyana'daki Adalet Sarayı'nın toplantı salonunu süsleyen Avusturya-Macaristan krallarının yağlıboya tabloları, basit bir süs malzemesi değil bugünkü Avusturya Cumhuriyeti'nin imparatorluğun mirasını sürdüren ve koruyan bir yapı olduğunun da somut bir kanıtıdır.
Devlet-i Aliye-i Osmaniye'nin merkezi olarak İstanbul, imparatorluk ruhunu ve kimliğini sürdürme hususunda, diğer imparatorluk merkezleriyle karşılaştırıldığında ne kadar başarılı sayılır sorusunu cevaplayabilmek kolay değil. Bu ruhu ve kimliği yansıtacak sokaklar, caddeler, yapılar, meydanlar, mekanlar ne oldu? Sürekli caddeleri, meydanları, yapıları değiştirmemiz, modernlik adına ikide bir yapıp yıkmamız şehirlerin tarihten tevarüs ettiği ruhunu ve kimliğini yok eden ve kimliksizleştiren bir gelişme olmuştur. Hala modernliğin gelenek ve tarihsel birikim üzerinde yükseldiğini anlamadığımız görülüyor.