12 Eylül hâlâ devam ediyor!
12 Eylül 1980 darbesinden bu yana çeyrek asırdan fazla bir zaman geçti. Bir milletin tarihinde bu zaman dilimi fazla sayılmayabilir, ancak bir insanın hayatında bu zaman diliminin yeri ve önemi çok büyük. Demokrasiyi kurma ve pekiştirme mücadelesi veren bir toplumun hayatında bu zaman diliminin asla küçümsenemez bir önemi olduğunda şüphe yoktur. Türkiye'nin yarım asrı geçen demokrasi yolundaki ilerlemesinde nerede ise bu zaman dilimi bunun yarısına tekabül ediyorsa elbette ki bunun önemi büyük olacaktır.
12 Eylül 1980 darbesi sonrasında doğanlar, yani bu tarihten önceki kaosu, anarşiyi ve kargaşayı yaşamayanlar, bugün nerede ise gençlik yaşını bitirmiş ve orta yaşlara ayak dayamışlardır. Türkiye'nin nüfus istatistiklerine bakılırsa 0-28 yaş diliminde bulunan nüfusun toplumun yarısından biraz daha fazla olduğu (37 552 415) görülüyor. Demek ki toplumun yarısından fazlası 12 Eylül darbesi öncesini kitaplardan okuyor, anne ve babalarının anlattıklarından öğreniyorlar. Bir başka ifade ile toplumun yarısından fazlası 12 Eylül darbesi sonrasının şartları ve rejimi ortamında doğmuş ve büyümüş bulunuyor. Bunların 12 Eylül'e ilişkin düşünce kanaatlerinde 12 Eylül öncesinin şartlarıyla yapılacak bir mukayesenin fazla bir etkisini aramak doğru değildir.
Türkiye'yi 12 Eylül darbesine götüren süreçte yaşananlar bir biçimde tartışılmış ve özellikle siyaset aktörleri ciddi şekilde suçlanmışlardır. Yetmişli yıllarda yaşananların ortaya koyduğu kaos ve karmaşa ortamı ciddi sorunlara ve krizlere dönüşmüştür. Bu krizlerin başında toplumun öncelikli sorunu olan güvenlik ve anarşi konuları gelmiştir. Özellikle yetmişli yılların son çeyreğinde giderek ivme kazanmış olan anarşinin kitleselleşmesi ve siyasetin bir türlü üstesinden gelecek bir başarı gösterememesi askeri darbeyi bir problem çözme aracı olarak toplumun gündemine getirmiştir.
Siyaset bütün toplumlarda ve sistemlerde temelde bir kamusal problem çözme yöntemi olarak işlev görmektedir. Bütün mesele yaşanan toplumsal-kamusal problemlerin en rasyonel ve makul şekilde hangi yöntemle çözümleneceği meselesidir. Demokratik siyaset ortamında mevcut problemlerin en rasyonel, makuliyet ve meşruiyet temelinde çözüm bulduğu savunulmaktadır.
Türk siyasetinin problem çözme konusunda çok başarılı bir örnek sunduğunu söylemek zordur. Hatta Türkiye'de siyasetin problem çözmek şöyle dursun bizzat kendisinin problem oluşturduğu, sisteme yeni problemler ve sıkıntılar kattığı iddiaları yapılmaktadır. Ancak demokratik toplumlarda problem çözme yönteminin niteliği düşünüldüğünde diğerleriyle farkı ortaya çıkar. Katılımcılık, şeffaflık, hesap verebilirlik, meşruiyet ve müzakere temelindeki problem çözme yönteminin müessiriyeti ve kalıcılığı demokrasiyi öne geçiren bir nitelik olmaktadır.
Türkiye'de siyasetin problem çözmedeki yetersizliğinin pek çok sebebi üzerinde durulabilir. Sosyoekonomik gelişmemişlik, kültürel yapı, demokrasi tecrübesinin eksikliği, müzakere geleneğinin yokluğu, yetersiz siyasi liderlik, muhalefete tahammülsüzlük, toplumsal ve küresel yeni taleplere devamlı şüphe ile bakma, ulusal birliğe ilişkin tekçi söylem gibi hususlara işaret edilebilir.
12 Eylül darbesinin seneyi devriyesi nedeniyle benim işaret etmek istediğim husussa Türkiye'de darbelerin ve çeşitli biçimlerdeki müdahalelerin bir tür problem çözme yöntemi olarak görülmesi ve toplumun bir kesimince bunun meşru olarak kabul edilmesidir. Türkiye siyasetinin darbelere ilişkin en ciddi sorunun bu noktada düğümlendiği söylenebilir. Türkiye'deki olağanüstülüklere bakıldığında her dönemde askeri darbe veya müdahalelerin toplumun bir kesimi tarafından meşru ve yaşanan problem ve kaosu çözücü bir eylem olarak görüldüğü ve takdir ve tasvip gördüğü anlaşılıyor. Bu durum aynı zamanda toplumun, demokratik siyaseti yeteri kadar sahiplenmediğini ve demokrasiden geriye dönüşlere şu veya bu şekilde bir meşruiyet sağladığını ortaya koyuyor. Demokrasiyi pekiştirme ve süreklilik kazandırma çabasında olan toplumumuzun öncelikle demokratik siyaset dışı problem çözme yöntemlerine karşı durması ve her durumda demokratik çözümü savunması gerektiğinin altını bir kez daha çizmekte yarar var.
Bu vesile ile değinilmesi gereken bir diğer nokta ise 12 Eylül darbesiyle birlikte gelen 12 Eylül rejiminin kurduğu yeni sosyo-ekonomik ve siyasi yapının aradan geçen bunca seneye ve bu arada demokratik siyasetin işlemesine rağmen hala büyük oranda devam ediyor olmasıdır. Türkiye'nin ciddi şanssızlıklarından biri de darbelerle kurulan sistemlerin demokratik siyasetçe de devam ettirilmek istenmesi veya bunun değiştirilmesinin ciddi sorun ve sıkıntı yaratmasıdır. En basit örneği ile mesela 12 Eylül darbesinin bir ürünü olan mevcut anayasanın değiştirilmesine ilişkin tartışmalar bu tezimizi açıkça doğruluyor. Demokratik siyaset aktörlerinin bu yapıyı değiştirmeleri yönünde adım atmaları gerekirken bir kısmı bunu korumak için canla başla çalışıyor ve demokratik siyasetin önüne bir engel oluşturuyorlar. Demokratik siyasetin ürünü olan siyaset aktörlerinin, darbe yapılarını sahiplenmelerinin hiçbir makul gerekçesi olamaz. Bu tavır 12 Eylül'ü daha uzun dönem gündemimizde tutmak için yeten bir husustur.