Ders
Bugün eğlence, hoşça vakit geçirme yok; hocalığım tuttu, ders anlatacağım.
"Aman hocam, biz okuldan çoktan mezun olduk, gazeteyi de tahsilimizi tamamlamak için almıyoruz" diyebilirsiniz ama dersle hayatın nerede başlayıp nerede bittiğini kimse söyleyemez.
Dersimiz tarih; mevzu İspanya'daki Müslüman varlığının nasıl başladığı, daha doğrusu nasıl sona erdiği...
Biliyorsunuz, Şam'dan yönetilen Emevi Devleti, şaşırtıcı bir süratle 7. milâdî asırda Kuzey Afrika'nın tamamını ele geçirmiş, 8. yüzyıl başlarında Cebelitarık Boğazı'nı geçerek İber yarımadasına çıkarak burada, merkezden çok uzakta bir devlet kurmuştu. 750 yılına kadar Emeviler, İber'deki varlığını merkezden gönderilen valilerle yönetti; daha sonra Şam'dan bağımsız bir kamu idaresi kuruldu.
Bu devlet İber yarımadasında 780 sene varlığını sürdürdü; neredeyse 8 asır. İşin dikkat çekici tarafı, Endülüslü Müslümanların bu esnada kendi çağlarının en ileri entelektüel, sanat ve bilim hareketini geliştirmeleri kadar siyasî varlıklarını başarıyla korumaları oldu; öyle ki Endülüs Müslümanları, Şam, Kahire, Bağdat gibi İslam merkezlerinden mesafe itibarıyla çok uzak kaldıkları için sanatta, hüsn-i hatta, mimarlıkta bilim ve felsefe çalışmalarında kendi üsluplarını geliştirmeyi başarabildiler. İslâm dünyası buna benzer bir yeniden canlanmayı pek az gösterebilmiştir.
İşte dersimiz, bu uzun ve güzel hikâyenin sonuyla ilgili.
Endülüs İslam Devleti'nin son emiri Ebu Abdullah Muhammed'di. İspanyolların "Boabdil" ismini verdiği son emir. Anlatılanlara göre İspanya'nın güneydoğusundaki Elhamra kalesini İspanyol kuşatmacılara savaşmadan teslim ederken dönüp son kere bırakıp gittikleri yurda bakmış ve ağlamış. Derler ki, beraberindeki annesi Ayşe Hatun oğlunun gözyaşlarını görünce şu kelimelerle hayıflanmış,
-Uğrunda savaşmayıp bir erkek gibi savunamadığın memleket için şimdi kadınlar gibi ağla!
Ebu Abdullah Muhammed'in hıçkırıklara boğulduğu bu yere şimdi İspanyollar "Suspiro del Moro", yani "Mağriplinin hayıflandığı yer" adını vermişler.
Bu ayrıntılar hemen her tarih kitabında vardır ama sonradan olup bitenleri pek bilmeyiz.
Müslümanları İber yarımadasında sürmeye kararlı Kastilya ve Aragon hâkimleri İzabel ve Ferdinand, Boabdil'i uzaklaştırınca, geride kalan "gayr-ı Hristiyan -hatta Katolik-" unsurların varlığına hiç aldırış etmeden İspanya'yı aynı dine bağlı tek bir etnik halk olarak bütünleştirme politikalarını uygulamaya geçtiler. Oysaki, teslim müzakereleri esnasında geride kalan Müslümanların dinî hürriyetlerine saygılı kalacaklarına dair söz vermişlerdi.
Taassup galebe etti, İzabel ve Ferdinand Müslümanlarla birlikte Musevilere "Ya sev, ya terk et" makamına gelen bir teklifte bulundular. Tarihe 'Elhamra Kararnamesi' olarak geçen bu resmî belgeye göre Müslüman ve Museviler ya tanassur edip Katolik dinine geçecekler veya üç ay içinde yanlarına altın, para gibi yükte hafif pahada ağır şeyler bile almadan İspanya'yı terk edeceklerdi.
O zaman Batı kamuoyunda halkların kardeşliği, çok kültürlü renkli hayat, barış içinde bir arada yaşama gibi kavramlar bilinmiyordu; oysaki bu kavramları hem Batılı hem de Ortadoğulu Müslümanlar yüzyıllardır uygulamaktaydılar.
Bununla yetinmedi İzabel ve Ferdinand; ardından bütün sinagog, cami ve Kur'an kursları kapatılarak rahibe manastırına dönüştürüldü. Engizisyon mahkemelerinin ağır baskısı altında kalan "gayr-ı Hristiyanlar"dan binlercesi kaçtı, kalanlar Katolikliği seçmek, kraliyete sadık kalacaklarına söz vermek zorunda kaldılar.
Bu kadarı yeterli değildi ama; İspanya'yı "ulus devlet" fikrinin öncüsü yapmaya kararlı İzabel ve Ferdinand daha fazlasını istiyordu; Arapça konuşmak ve yazmak yasaklandı. Müslüman giyim tarzı veya bu kültürün işareti sayılan her türlü ayrıntı da yasaklandı. Musevilerin Sebt günü (cumartesi) ve Müslümanların Cuması da yasaklar arasındaydı. Din değiştirenler çocuklarına Hristiyan adı vermek zorundaydı.
Yasak listesi "hamam yasağı"na kadar uzatıldı çünkü hamamın her iki dinde de önem taşıdığı düşünülmüştü.
Din değiştirenlere "Moriscos" adı verildi. Morisko'lar merkezden uzaklara dağlara çekilip rahat edeceklerini sandılar ama yanılıyorlardı. Defalarca sürgüne uğradılar. İsyanları şiddetle bastırıldı. Bazıları yeni kıta Amerika'ya, bazıları Afrika'ya, bir kısmı ise Doğu Akdeniz'in yeni egemeni Türk devletine kaçtı.
İstanbullu Musevilerin uzak dedeleriydi onlar.
İspanyollar, ülkelerinden Müslüman ve Musevi dinine mensup olanların tasfiye edilmesi hadisesine "Reconquista" adı veriyorlarmış; bir nevi yeniden fetih yani!
Daha ilginç olanı sona sakladım: Reconquista, İspanyollara da pek iyilik getirmemiş pek. Safkan Hristiyan ve İber doğumlu ailelerde bu defa "Acaba ecdadımızın uzak dallarından birinde Müslüman veya Sâmi kanından gelme kimse var mıdır?" paranoyası başlamış. Evlatlarını evlendirenler, "sakata gelmeyelim" endişesiyle kendilerini pekâlâ ırkçı sayılabilcek tedkiklere adamışlar.
Irkçılığı kim icat etti diye merak edenlere ufak tefek ipuçları bunlar...
İspanyollar aristokrat kavramına bile farklı bir muhteva kazandırdılar; buna göre gerçek aristokrat "birinin oğlu" anlamına gelen "hidalgo" kelimesiyle ifade olunan bir şeydi; yani genleri Sâmi kanından, Afrikalı ve Amerikalı kanıyla kirlenmemiş kişi. Bu noktanın onlar için önemli olduğu anlaşılıyor zira nesepte en küçük bir karışıklık, o kişinin toplumsal, politik veya ekonomik kariyerinin sona ermesi anlamına gelebiliyordu.
Ders burada biter ama tarihten alınacak ibret bitmez efendim.
NOT: Bu bilgilerin çoğunu Jack Weatherford'un kaleme aldığı, Şen Süer'in güzel bir tercümeyle dilimize kazandırdığı "Vahşiler, Barbarlar ve Uygarlık" isimli kitaptan aldım (Versus Yayınları, s. 184 vd.) Tavsiye ederim, roman gibi akıcı, ders kitabından daha çok öğretici bir eser.