Demokrasi tehlikede mi?
New Left Review’de dikkat çekilmesi gereken bir makale var, yazarı Wolfgang Streect.
Yazar, demokratik kapitalist sistemlerde, yönetimlerin oylarıyla iktidara geldikleri geniş halk yığınlarının talepleriyle girişimci sınıfın kara dayalı talepleri arasında sıkışıp kaldığını savunuyor.
Burjuvazi ve politik sağ uzun yıllar boyu kapitalizmin demokratik bir sistemde başarılı olamayacağını savuna geldi.
Bunlara göre, yoksulun çoğunluğu anlamına gelen demokrasi, sonunda özel mülkiyeti ve serbest piyasayı ortadan kaldıracaktı.
İşçi sınıfı ise burjuvaziyi çoğunluğun yönetiminden kaçmak için demokrasi dışı yollar aramakla suçladı.
Ancak 2. Dünya Savaşı’nın ardından gelen hızlı ekonomik kalkınma, kapitalizmin demokrasiyle tamamen uyumlu olduğu savını güçlendirdi. Demokrasi, piyasa ekonomisinin kısıtlamalarından kurtulup güçlendi.
Aslında sorun hala aynıydı: Serbest piyasa ekonomisi yanlıları, geniş yığınları ve siyasetçileri, ‘piyasa adaleti’ konusunda iknaya çalıştı. Bu teoriye göre, herkes piyasaya katkısı oranında yaratılan zenginlikten pay alacaktı.
Marx ise ideal sistemin herkesin ihtiyacına göre dağıtımın esas alındığı komünizm olduğunu söylüyordu.
Ekonomik büyüme sonucu sağlanan ücret politikaları, dediğim gibi kapitalizm ile demokrasi arasında bir bağ oluşturdu.
Streect’e göre bu sistemin 3 ayağı vardı: Giderek büyüyen sosyal refah devleti, işçilerin toplu sözleşme hakkı ve Keynesçi ekonomi politikaları uygulayan iktidarların çalışanlara verdiği iş bulma garantisi.
Ancak büyümenin yavaşlaması, toplu sözleşme garantili ücret politikası ile iş garantisi arasında bir uyumsuzluk yarattı.
Fakat genel oya dayanan iktidarlar işsizliğin yükselmesine izin vermeyi göze alamadı.
Bu sırada imdata enflasyon yetişti.
Enflasyon sayesinde hem toplu sözleşme ile ücretlerin yükselmesi, hem iş garantisinin sürmesi sağlandı ama bu çözüm süreç içinde enflasyonun artması sonucunu verdi.
Yüksek enflasyon ise bankalar ile finansal kurumların zararınaydı.
Yani, kapitalistlerle işçiler arasında şiddetli bir uyumsuzluk vardı.
***
Bu model, yönetimi olanaksız fiyat sapmalarına yolaçtığı için de sürdürülmesi imkansızdı.
O zaman Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher devrimleri geldi. Bu sayede enflasyon tamamen kontrol altına alındı, sendikaların beli kırılarak işçilerin pazarlık gücü yok edildi, iş garantisi ortadan kalktı.
Bu süreçte işsizlik artarken enflasyon ve ücretler düştü. Sendikalar zayıfladığı için de grev tehdidi ortadan kalktı.
Ancak enflasyonun düşmesi, büyümenin yavaşlaması, vergi gelirlerine düzenli artış yapmanın engellenmesi nedeniyle kamu borcunun artmasıyla sonuçlandı.
Buna bir de işsizliğin artmasıyla yükselen sosyal harcamalar da eklenmeli elbette...
Enflasyonun bir süre sağladığı sosyal adaleti sağlamak devlete düştü, devlet de bu kaynağı borçlanmada buldu.
Böylece çekişme piyasadan politik arenaya çekildi, sendikaların yerini genel oyun gücü almış oldu.
Düşük enflasyon devletlerin daha rahat borç almasını sağladı çünkü kredi verenler paralarını değer kaybetmeden geri alacakları konusunda emindi.
Ama bu sefer de bütçe açığı gündeme geldi.
Burada da Clinton devreye girdi.
Başlangıçta Clinton ekonomik büyümeyi eğitim gibi sosyal alanlara yaparak sağlamayı hedefledi. Ancak Kongre’de çoğunluğun Cumhuriyetçilere geçmesiyle, kamu harcamalarını kısma yoluna gitti.
Artık her koyun iyice kendi bacağından asılacaktı.
Peki, seçmen ne olacaktı?
Çözüm piyasaların de-regüle edilmesi ve devlet yerine bireylerin borçlandırılmasında bulundu.
İnsanlar emekli sigortası yerine borçlanarak aldıkları evle güvencelerini sağlayacak, gençler devlet tarafından okutulmayacak kredi borcuyla eğitim görecekti.
İnsanlar da borçlandı, sonunda hep birlikte iflas geldi.
Bugün geldiğimiz noktada, tek tek bireylerin borcunu yeniden devletlerin üstlenerek krizi çözme yoluna gitti ama devletlerin bu borç karşılığında garanti edecekleri bir gelirleri görünmüyor.
Bankalar ve piyasa bastırıyor, devletler de şimdi halklarından alışık olmadıkları ölçüde ekonomik fedakarlıklar göstermelerini istiyorlar.
Bu, çoğunluğun isyanı ve kontratı bozması anlamına geliyor.
Sağın ideologlarının korktuğu yöne doğru hareket, Wall Street’de olduğu gibi, Yunanistan, İspanya ve İtalya’da görüldüğü gibi yayılıp zaman içinde kendisine yeni bir ideoloji bulabilir.
Burjuvazinin buna önlem alma çabaları bildiğimiz şekliyle demokrasinin sonu anlamına gelebilir.