Hayatınızda hiç türbe ziyaret ettiniz mi?
İstanbul başta olmak üzere, hemen her bölgede türbelerimiz, “yatır”larımız var.
“Ziyaret adabı” çerçevesinde zaman zaman bu mekânlara gidip “ibret” almak elbette gerekiyor...
Bunlar ölümü hatırlamanın ve “adam gibi” yaşamanın bir vesilesi...
Ben de zaman zaman türbelere, mezarlıklara giderim (zaten Peygamberimizin bu konuda tavsiyeleri var). Tarihin önemli figürlerinin mezar taşından yahut türbeden ibaret kalmış varlığını gözlemleyip dünyanın “fani” (geçici) oluşunu tefekkür eder, geçici lezzetlerde varlık aramanın anlamsızlığını düşünürüm.
Bir taraftan da hayatın kıymetini kavramaya çalışırım.
Türbe/kabristan ziyareti bu anlamda faydalı...
Ne var ki, öteden beri türbeler ev sahibi, araba sahibi, çocuk sahibi olmak, borçtan kurtulmak gibi dünyevi amaçlara ulaşmak için ziyaret edilir.
Üstelik Şaman döneminden kalma ya da Hıristiyanlıktan gelme şeyler yapılır. Meselâ mum yakılır (mum yakma adeti tamamıyla Hıristiyancadır), pencere parmaklıklarına bez bağlanır (şaman dönemi)... Toprak alınır... Sandukaya yüz sürülür. Mezar taşına su döküp yalanır... Bu şekilde talebin karşılanacağı varsayılır.
Osmanlı asırlarında bu anlayışla çok mücadele edildi.
Meselâ Sultan I. Ahmed’in şeyhülislâmı Abdurrahim Efendi’nin (öl. 1656) bu konuda verdiği çok sert bir fetva var.
“Zeydin (kişinin) bir haceti (ihtiyacı) oldukta ervah-ı meşayihten (ölmüş şeyhlerden, evliyalardan) istimdat edüb (yardım isteyip) celb-i nef’e (iyilik etmeye) ve def-i zarara kadirlerdir (kötülükleri uzaklaştırma güçleri var) ve umur-i ibadda mutasarrıftırlar (dünya işlerini tanzime yetkilidirler) ve gaibe dahi alimlerdir (geleceği bilmektedirler) diye, bu itikad üzere olsa zeyde ne lâzım gelur?” sorusunu şöyle cevaplandırıyor:
“Tecdid-i iman ve nikâh lâzım gelur. (İmanını ve nikâhını yenilemesi gerekir)” [Fetava’yı Abdurrahim, İstanbul, 1243, c.1, s. 96].
Hanefi fıkhına göre verilen bu fetva bugün için de geçerlidir, bağlayıcıdır. Kaldı ki, Diyanet İşleri Başkanlığı, her fırsatta, türbelerden, yatırlardan “şefaat”, “şifa”, “kısmet”, “bebek” istenmeyeceği yolunda hutbeler okutuyor, yayınlar yapıyor.
Ancak değişen bir şey yok. Üstelik neredeyse bu konu “sektör”e dönüşmüş durumda. Geçtiğimiz yıllarda bir gazetenin “Hangi türbe hangi hastalığa iyi geliyor” başlıklı bir ek yayınladığını hatırlıyorum.
Galiba bu yaklaşım salt din cahili olmanın ürünü değil, bunun yanı sıra biraz da çaresizliğin ürünü.
Din bilgini değilim, ama türbelerden şefaat dilemenin, ölüden yardım ummanın, bu ve benzeri amaçlar için mum yakmanın, çaput bağlamanın, sandukanın önünde yere kapanmanın, “yatır” mezarından toprak almanın, mezar taşını dişleyip dilek dilemenin, “yatır”ın mezarı başında şeker, sirke, simit vesaire dağıtmanın, kısacası ölülerden medet ummanın İslâmla ilgisinin olmadığını biliyorum...
Hatta bu yaklaşımlar İslâmda “günah” sayılıyor (şirk sayan yorumlar bile var)...
Dinimizde şifa makamı türbeler değil, sadece Allah’tır.
Kaderi yazan kalem Onun kalemi, hüküm Onun hükmüdür.
Allah’ın Kudret kalemiyle yazdığını hiçbir evliya, hiçbir yatır değiştiremedikten başka, peygamberler dahi değiştiremez.
Bu mümkün olabilseydi Hz. Nuh karısının ve oğlunun isyanını kırar (iman etmediler, Nuh’un gemisine binmediler, müşriklerle birlikte sulara kapılıp helak oldular), Hz. Âlişan Efendimiz çok yardımını gördüğü amcasını ölmeden önce Müslüman yapardı.
Düşünün ki, Allah’ın, peygamberlerine bile vermediği hakkı hangi ölü evliya kullanabilir de, “hidayet”, yahut “şefaat” dağıtabilir?
Müslümanın en güçlü silahı şükür içinde sabır ve duadır.
Müslüman, her türlü musibet karşısında Allah’a sığınıp sabırla dua eder...
Ve sadece Allah’tan ister.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.