Arap-Türk ilişkilerinde yeni vizyon şart!
Geçtiğimiz aylarda Beyrut’ta ürdünlü bir dostumun “Eğer bir kez daha güneşin altında huzurlu bir hayat istiyorsak, Araplarla Türklerin birlikte hareket etmelerini sağlamalıyız” dediğini buradan nakletmiştim. İslam dünyasının en derin yara veya meselelerinden birisi, belki birincisi önce Arap-Türk münasebetlerinin sağlıklı ve olması gereken seviyeye çıkmasıdır.
Osmanlı’nın son döneminde Suriye’de Cemal Paşa’nın yanında bulunan Arab gazeteci Kürd Ali, hatıralarında Türklerin Araplara olan bakışını, “Türklerin Arapları Sevmemesi” başlıklı bölümde şöyle anlatır: “Türklerin büyük bir kısmı Anadolu’da oturuyor ve Arapları sevmeyi, adları anıldığı andan itibaren Allah’a yakınlık vesilesi sayıyorlardı. Türklerin fıtratı bozulmamış olanlarda Arap sevgisi açıktır. Aralarında eğitim görmüş olan tabakada veya idareyle meşgul olanlara daha yakın olan zümrede ise bu sevgi azdır.” Aynı Kürd Ali, Cemal Paşa’nın sürgün ettiği Arap arkadaşı İlyas Mutran Bey’in yaşadığı ilginç bir olayı da nakleder; İlyas Bey gördüğü muameleyi şöyle ifade etmiş: “Aralarında bulunduğum süre zarfında bana ikramda bulunmakta o kadar ileri gittiler ki, mümkün olsa beni yerde yürütmeyeceklerdi. Elimi yüzümü öpüyorlardı ve benimle temaslarından bereket umuyorlardı. Kendilerine “Ben Hristiyanım!” dediğimde, bana, “Muhammed (asm)’ın beldesinden gelen bir Arap değil misin?” diyorlardı. Ben ağlamaya başlayınca onlar da ağlıyorlardı!” (Klasik yay.)
Cumhuriyetle başlayan şiddetli ‘Arabofobi’ kampanyasına rağmen Anadolu’da Efendimizin şahsında Arap âlemine sevgi hâlâ çok derin ve sarsılmazdır. Bu sevgiyi görmezden gelen bizdeki politikacı bozmalarının hamâkati ve çirkefliği ise o kadar mide bulandırıcı ve iğrençtir ki, hem ihanet, hem inkâr, hem de firavuncasına bir inat alâmetidir; kıymet vermeye değmez, kıyametleri yakındır çünkü! Savın gitsin! Dönelim mevzûmuza…
Arap milliyetçi seçkinlerle Cumhuriyeti kuran ve yakın vakte kadar söz sahibi olan seçkinci Türk kesimdeki bakış açısının paralel olması, asırlar ötesi bir derinliğe sahip muhabbet ağırlıklı Arap-Türk münasebetlerinin hastalıklı bir duruma gelemsine sebep oldu. Araplar Osmanlı ile ilgili geçmişlerini inkâr ettiler ve şiddetli bir tarihsizleştirme politikası uyguladılar, Türk seçkinler ise laikçiliği öyle abarttılar ki, çocuklarını bile “Araplar bizi arkadan vurdu!” masallarıyla uyutup kelplerine Arap ismini vererek Araplara ihsan edilen şeref ve izzeti imha edecekleri zehabına kapıldılar. Osmanlı son dönem paşalarının yanlış uygulamaları, İsrail’in çarçabuk tanınması, 1. Körfez Savaşı’nda ABD’yle ittifak ve İsrail’le yapılan stratejik işbirliği anlaşmaları hep bu düşmanlığı körükledi. Arap âlemindeki ırkçı dalga ise bu husumete kuvvet verdi. Son dönemde yeni canlanma, hakikatperestlik rüzgarı yeninden esmeye başladı. Araplar da Türkler de yaşadıkları ‘abnormaliteyi’ aşmak için her ölçekte ve geçmişin olanca yüküne rağmen gayret ediyorlar.
Alman şair Gothe’nin dediği gibi, ağır bir cismi kaldırmak için önce onun ağırlık merkezini tespit etmek gerek. Arap ve Türk âleminin ağırlık merkezi ise hiç şüphesiz İslamiyet’tir. İslam dünyası bu gerçeği bir kez daha farkediyor şimdi. İslam âleminin intibahını istemeyenler de zaten bu gerçeği çok ama çok iyi biliyorlar. Onun için küresel İslam karşıtı kampanyalar her yerde serviste şu günlerde. Geçen hafta İslam Dünyası STK’ları Birliği (İDSB)’nin konsey toplantısı için gittiğim Kuveyt’te, son meclis seçimlerinde muhafazakâr adayların başarısı, bir grup seküler Kuveytliyi harekete geçirmiş bile; “Bunun adı düpedüz İslamileşmedir!” diye feveranı basan zırdelilerle “Bikiniden Hicaba!” başlıklı yaveler kaleme alan mendeburlar orada da var.
İyi haberler de yok değil: Türkiye’nin Kuveyt Büyükelçisi Şakir Fakılı, asırlarca Osmanlı hâkimiyetinde kalmış Kuveyt’teki Osmanlı karşıtlığının artık büyük ölçüde kırıldığını, Osmanlı arşivlerinin tüm hakikatleri ortaya koyduğunu, gerçeğin hiçbir şekilde örtbas edilemeyeceğini ifade etti.
Tarihi yok sayma üzerine bina edilen kimlik tanımlarının oluşturduğu anakronik ve kaotik stratejiler, gün geliyor böyle çöküyor işte; kıyamet kopmadan çökmeli de!
Küresel ve bölgesel iddiası olan Türkiye gibi ülkeler, tarihi ve kültürel derinlikten gelen ve asırlardır süzülmüş sabit değerler üzerinde yükselen, ama devamlı değişen şartlara göre defalarca yorumlanarak geliştirilen stratejik vizyonlar oluşturmak zorundadırlar. Yoksa şimdiye kadar olduğu gibi ‘dış tehdit’ referanslı hariciye siyaseti gütmek büyük basiretsizliktir. Hele ‘iç tehdit’ algılamalarına (yahut evhamlarına) göre dış politika belirlemek (Araplarla münasebetlerde olduğu gibi) ülkeyi küresel güçlerin oyuncağı haline getiren hıyanetle eşdeğer bir zaafiyettir.
Ezberler bozulmalı; yine, yeniden, yepyeni ama mazi derinliğine sahip bakış açılarıyla Arap-Türk ilişkilerini tamir, imar ve inşâ etmek İslam dünyasının öncelikli vazifesi olmalı artık
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.