Depremi de, ulaşımı da konuşalım
Bir ‘akıllı’ya kırk gün boyunca ‘deli’ denilince, sonunda o kişinin ‘deli’ olma ihtimali olduğu gibi; “Büyük İstanbul depremi geliyor” diye diye—Allah muhafaza—depremi hep birlikte getirecek gibiyiz.
Deprem uzmanlarına kulak verilecekse, İstanbul’u ciddî biçimde etkileyecek, belki de yıkacak bir depreme hazırlıklı olmalıyız. Uzmanlar sürekli bu konuda ikâzlarda bulunuyorlar.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da, İstanbul’da meydana gelecek muhtemel bir depremin, Van depreminden çok daha farklı olacağını, Türkiye’yi birkaç on yıl geriye götüreceğini hatırlatark, “Faturasını nesiller boyu ödemek zorunda kalırız, sarsılırız. Dünyanın en önemli on ekonomisi arasında yer alan Türkiye çok diplere vurabilir. Bu noktada, Türkiye nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan İstanbul’un bu riskten kurtulması gerekir” demiş. (AA, 11 Kasım 2011)
Allah muhafaza etsin, elbette ki İstanbul’u vuracak büyük bir deprem; gerçekte Türkiye’yi vurmuş olur. Çünkü İstanbul hem nüfus olarak, hem de ekonomik büyüklük olarak Türkiye’nin kalbi. Böyle bir felâketin ülkemizi “birkaç on yıl” geriye götürebileceği de doğru bir tesbit.
O halde ne yapmalı? “Eyvah! İstanbul depremi bizi yıkar, mahveder” deyip duralım mı? Yoksa, elden gelen tedbirleri alalım mı?
Tabii ki herkes, “Hemen tedbir alalım” diyecek. Fakat tedbir alma noktasında bir gecikme sözkonusu ise, bunun da bir hesabının sorulması gerekmez mi? Geçmiş yılları bir yana bırakalım, İstanbul’u da ciddî etkileyen 17 Ağustos 1999 ‘Marmara depremi’ sonrasında verilen sözleri yerine getirdik mi? O tarihdeki deprem İstanbul’un Avcılar ilçesini sarstı, onlarca bina yıkıldı. Bırakalım başka ilçeleri, Avcılar’da gerekli olan tedbirler tamamen alındı mı? Keşke, ‘alındı’ diyebilsek ya da da Türkiye’yi idare edenlerin ‘alındı’ sözlerine inanabilsek...
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, “İstanbul’un öncelikli sorunu deprem ama ulaşım günlük hayatımızı etkilediği için hep ulaşımı konuşuyoruz. Esasında hep depremi konuşmamız gerekiyor” değerlendirmesinde bulunmuş. Tamam, depremi de, ulaşımı da konuşalım; ama lütfen bu arada ‘iş’ de yapalım. Kaldırım taşlarını değiştirmeye, ‘çürük’ binaların dış boyasını yapıp ‘mantolama’ya ayırdığımız imkânları; daha kalıcı olan ‘deprem tedbirleri’ne ayıralım.
İstanbul’da ikamet eden bir vatandaş olarak, oturduğumuz apartmanın deprem karnesinden habersiz haldeyiz. ‘Sağlam’ raporlu olsa da belki yine güven problemi yaşanır, ama o da yok. Ne sağlam, ne sakat... “Öğrenseydiniz” diyen olacaktır. İyi de problem bir değil ki! Binada oturan daire sahiplerinin her birinden ‘iki farklı görüş’ ortaya çıkıyor. Her dairenin ‘içişleri bakanı’ ile ‘dışişleri bakanı’ bile kendi aralarında farklı görüşlere sahip. Kimi, “Bizim bina yapılırken ben gördüm, demiri de betonu da iyiydi” diyor; kimi de “Komşumuzun oturduğu bina yıkılmadığına göre bu binaya bir şey olmaz” görüşünde. Hadi bakalım, gelin de çıkın işin içinden!
Çok ciddi olarak bir an önce binaların sağlamlık raporları ‘kamu hizmeti’ olarak hazırlanmalı. Sonrasında da kademeli olarak hangi binanın hangi yıl yıkılacağı ilân edilmeli. Belki bu şekilde yarın bir gün yıkılması muhtemel binaların ‘mantolanma’ israfına da son verilir.
Bu arada, eğer İstanbul’un ve Türkiye’nin yarısı yıkılacaksa, lütfen yeni şehirler kurarken ‘insan odaklı yerleşim’ öne çıksın. Yeteri kadar yeşil alan, yeteri kadar park yeri de ayrılsın. “İnsan onuruna yaraşır bir hayat” Türkiye’de yaşayanların da hakkı!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.