Yaşayışımızla örnek olmak zorundayız.
Peygamberimiz, mucizelerden ziyade “kul peygamber” olarak yaşadığı hayatla insanları etkilemiştir. Hz. Yusuf zindandayken etrafındaki insanları davranışlarıyla etkilemiştir. Nitekim âyette de bu hususa dikkat çekilerek “Şüphesiz biz seni iyi biri olarak görüyoruz” buyurulmuş. Hz. Hatice Peygamber Efendimize en sıkıntılı döneminde “Sen daima kerim ve cömert davranan birisin. İnsanlara iyilik yaparsın. Fakir ve muhtaçların yardımına koşarsın. Yetimin, öksüzün hâmisisin. Dertlilerin dert ortağısın. Elbette Allah seni mahcub ve perişan etmeyecektir” diyordu. Peygamber Efendimizin İslam’a davet ettiği Yemame kralı Sümame, krallığının verdiği kibir ve gururla Peygamberimize “Bir daha bu teklifi yaparsan, seni öldürürüm” diye saldırıyordu. Peygamberimiz esir düşen Sümame’yi sosyal hayatın merkezinde yer alan mescidin direğine bağlamıştı. Hapishane gibi değil mecburi ikamete tâbi bir misafir muamelesi görmüş, Müslümanların “örnek hayatları”na şahit olmuştu. Başta Peygamber Efendimiz’in hayatına, onun insanlarla olan münasebetlerine, şefkat ve merhametine, sevgi ve saygısına, müminlerle ilişkisine, kılınan namazlardaki huzur ve sükûnlarına, birbirleriyle olan hal ve hareketlerine, ticari ahlaklarına, dürüstlüklerine hep şahit olmuştu. Sahabenin hayat tarzı Sümame’nin hidayetine vesile olmuş, O da müminlerin arasına katılmıştı. Rasulüllah civar kabilelerden gelen heyetleri, İslam’ın güzeliğini göstermek için ya mescidde misafir eder, ya da sahabe arasında paylaştırarak evlerde misafir ettirirdi. Merak saikiyle Müslümanları’ı incelemeye gelenlere varıncaya kadar bu insanları Mü’minlerle hemhal etmeye çalışmıştı. Müslümanlar’ın örnek hayatlarına ve ibadet esnasındaki manevi hazlarına vakıf olsunlar, bu sayede kalpleri inşirah bulup, hidayete ersinler. Tebliğindeki en önemli usulü buydu.
Burada bizler de iç dünyamıza dönüp soralım. Hangi ahlaki davranışımız, hangi amelimiz, hangi tavrımız, hangi farklılığımız, hangi kişiliğimiz insanlar üzerinde etkileyici olmuş. Bu vesile ile o insanlar kendilerine çeki-düzen vermişler; İslami hayata giden “hidayet yolu”nun adımlarını atmışlar mı? Şöyle de sorabiliriz: Dinimizi öğrenip yaşama imkanından mahrum bırakılan insanımıza, “örnek hayat”ımızla bir tebliğ-telkin-irşad vazifemiz yok mu? Bunu sözden ziyade “hal lisanıyla yapamaz mıyız? Sadece konuşmak ve yazmakla, insanları tenkit etmekle, kusurlarını sakız gibi çiğnemekle nereye varırız? Tevbe ve istiğfarlarımızın kabulünü Rabbimizden hangi yüzle isteyeceğiz? Biz kaç özrü kabul ettik, kaç kusuru bağışladık, kaç öfkemizi yendik, kaç hatayı affettik? İslam kardeşliğinin gereği olarak bize yapılanlara hangi fedakarlığımız, cefakârlığımız, hangi diğergâmlığımız, hangi cömertliğimizle mukabelede bulunduk? Sevgi bedel ister. Allah ve Rasulünü severken hangi bedeli ödedik. Bu yolda ayağımıza bir diken mi battı? Hangi imkanımızı paylaştık? Birbirimizin hangi yükünü aldık? Uydurduğumuz mazeretlere mi sığındık? Nefs Muhasebesi yaparken bile nefsî düşünüp düşünmediğimizi nasıl anladık? Tıpkı “tevbemizin tevbeye muhtaç” hali gibi. Kendimize karşı savcı, başkalarına karşı hâkim tavrımız oldu mu hiç? İslâm’ı insanla buluşturma derdimiz var mı ? İslâm’la insan arasındaki engelleri kaldırma diye bir sancımız oldu mu şimdiye kadar? Peygamberliğin ilk yıllarında nâzil olan şu âyetlere baktık mı? Meselâ: Yetimi ezmemek (93; 9) dilenciyi azarlamamak (93; 10), verdiğini minnet altında bırakmadan, verilen kimseyi incitmeden vermek (23; 61), boş işlerden, faydasız sözden ve gevezelikten yüz çevirmek (23; 3), emanete ve verilen söze riayet etmek (23; 8), sözleşmelere uymak (13; 20), kötülüğü iyilikle savmak (13; 22), samimi olmak (4; 171), helal kazanca riayet etmek (2; 168), en genel anlamda iyiliksever olmak (16; 90), güzel örneğe uygun yaşamak (33; 21) , ölçülü ve dengeli hareket etmek (17; 110), iyilik ve güzellikte yarışmak (2; 148), eşlere iyi davranmak (2; 229), akrabalara, yakın veya uzak komşulara, garip yolculara, yoksullara, borçlulara en güzel yoldan yardım etmek (birçok âyet), kendi aleyhimize dahi olsa doğruyu söylemek (2; 282), merhamete teşvik etmek (4; 114), sevmek ve sevdiğine dua etmek (61; 9), gibi ahlak konusunda inen onlarca âyeti kendimize nâzil olmuş gibi değerlendirdik mi?
Abdullah bin Mübarek Hazretleri, yaptığı bir nefs muhasebesinde diyor ki:
“Kötü huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştım. Seyahatimiz bitip ayrıldığımda içli içli ağlamaktan kendimi alamadım. Bu hale şaşıran dostlarım:
‘Neden ağlıyorsun? Seni böylesine mahzun eden şey nedir?’ diye sordular. Onların ısrarlı sorularına mecburen yaşlı gözlerle cevap verdim:
‘O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kötü hallerini düzeltemedim. O biçarenin ahlakını güzelleştiremedim. Onu değiştiremeden yolculuğum bitti. Düşünüyorum da acaba benim bir noksanlığımdan ötürü mü onlara faydalı olamadım? Halim niye onlara tesir etmedi. Şayet o, benden kaynaklanan bir hatadan dolayı istikamete gelmediyse, yarın halim nice olur!’
Numuneyi imtisal mahrumiyeti, içinde yaşadığımız çağın en büyük meselesidir. İnsanlar, davet ettiğimiz “hayat sistemi”ni uygulayan örnek aileler, örnek mahalleler, örnek siteler, örnek köyler, kasabalar, şehirler görmek istiyor. Örnek işverenler, örnek zenginler, (yediğinden yediren-giydiğinden giydiren) örnek komşuluklar, örnek arkadaşlıklar vs. Unutmayalım ki:
Yüzme bilmeyen boğulanı kurtaramaz. Eteği tutuşmuş itfaiyeci, başkasının yangınını söndüremez. Sancısı olmayan insan yürek fethedemez.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.