“Ağalar Saltanatı”
“Tarih, kralların, generallerin çiftliği değil, milletlerin tarlasıdır. Her millet geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte onu biçer” diyor, Voltaire…
J.J.Rousseau ise, “Tarih, okuyana kendi gözünün görme derecesine göre yol gösteren bir kılavuzdur” diyerek tarihin “ibret” cihetine dikkat çekiyor.
Bugün tarihimizin derinliklerinden bir kesit sunmaya çalışacağım…
Fark edeceksiniz ki; “Tarih tekerrürden ibarettir.”
•
Efendim, Osmanlı tarihinin, mazlum Sultan Genç Osman’la (Yeniçeri ve Sipahi Generalleri tarafından katledildi) Sultan Dördüncü Murad’ın devlete hâkim olduğu güne kadar geçen zaman aralığı, “Ağalar Saltanatı Dönemi” olarak anılır…
Bu dönemde hâkimiyet, ihtilâl ile yönetimi ele geçiren “Ağa”ların, yani Yeniçeri ve Sipahi Generallerinin elindedir.
Bunlar hem devleti kemirmekte, hem de yasadışı hallerini “meşru” göstermek için, Şeyhülislâm'dan (Yüksek Mahkeme Başkanı) silâh zoruyla “fetva” almaktadırlar.
Sultan Dördünücü Murad o tarihte henüz çocuktur.
•
Ağalar Saltanatı dönemi, hiç kuşkusuz, Osmanlı tarihinin en kara kâbuslarından biridir…
Bu dönemde her şey başıboş kalmış, her şey tepetakla olmuş, başta rüşvet olmak üzere her türlü uygunsuzluk almış başını gitmişti.
Devlet israf içinde yüzerken, halk ağır vergiler altında bunalıyor, Yeniçeri Ocağı ise askerlikten başka her şeyle uğraşıyordu.
Devleti kılıçlarının gölgesinde kuran Yeniçeri Ocağı, tümüyle şirazesinden çıkmıştı. İşi o kadar ileri götürdüler ki; yaptıklarını hoş karşılamayan Sadrazam Hafız Ahmed Paşa’nın dahi kellesini istediler.
Buna razı olmayan çocuk Padişahın (Sultan Dördüncü Murad) yüzüne karşı, “Virmez isen, vaziyet başkaca olur” diyerek, kendisini de öldürebileceklerini ima ettiler. (Sultan Genç Osman’ı daha az geçerli sebepler yüzünden paralamamışlar mıydı?..)
Padişah ağlayarak boyun eğdi.
Askerlerin baskısına artık dayanamaz hale gelen İstanbul esnafı bıkkın, yılgın, yorgun ve perişandı.
Bıçak kemiğe dayanmış, sabırtaşı çatlamıştı. Hemen bir şeyler yapılmazsa ortada ne İstanbul kalacaktı, ne de devlet.
Yeniçeri Ocağı’nın aklı başında serdarları ise kara kara düşünüyor, bir çıkış yolu arıyorlardı. Bu böyle gitmezdi, gitmemeliydi.
Bozulmuşluğun gayyasında çırpınan Yeniçeri Ocağı’nı, devlet düzeniyle birlikte yeniden inşaa edecek bir himmet eli uzanmalıydı.
öte yandan çocuk Padişah da durumun farkındaydı. Annesinin ve generallerin zoruyla Sadrazam yaptığı Topal Recep Paşa'ya sık sık hesap soruyor; ancak her seferinde annesinin savunmasına tosluyordu:
“Sen bu işlerle kafanı yorma aslanım, hamdolsun Sadrazam'ın ve Ağaların (dönemin generalleri) teb’anı (milletini) gül gibi idare ediyorlar."
Halbuki güller yolunmuş, ortalıkta salt dikenler kalmıştı…
Ve generaller tarafından üretilen dikenler halkın artık yüreğine batıyor, yürekleri kanatıyordu.
Sultan Dördüncü Murad bu gerçeği görüyordu ya, neye yarar; yaşı küçük olduğundan eli mahkûmdu: çaresiz, büyümeyi bekliyordu.
Derken delikanlılık çağı...
İlk irade imtihanları ve “tebdil çıkma” (kılık değiştirerek İstanbul halkına karışma) denemeleri...
Genç Hünkâr sık sık kıyafet değiştirip İstanbul'da dolaşmakta, bununla da yetinmeyerek "Ayak Divanı" denilen halk divanında halkıyla yüz yüze konuşmakta idi.
Artık sarayın taş duvarlarıyla birlikte etten-kemikten oluşan dalkavuklar duvarını da aşmış, halkıyla kucaklaşmıştı.
Halktan aldığı güçle annesini saltanat naipliğinden azledip Eski Saray'a gönderdi, yeniçeri generallerinin baskısıyla sadrazamlığa getirdiği Topal Recep Paşa’yı ise cellâta verdi…
Padişah’ın, milletin iliğini sömüren eski sadrazamı cellâta vermeden önce, “Beri gel bre topal zorba başı!” diye seslenmesi meşhurdur.
Osmanlı Devleti'ni o günlerde yıkılmaktan kurtaran saik, genç Padişah'ın işte bu çıkışıdır.
Sonrasında Yeniçeri Ocağı'nı hızla siyasetten arındırdı, eğitti, yeniden yapılandırdı ve gitti Bağdat’ı fethetti.
Bazen yöneticinin risk alması gerekiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.