Vaay, Anouar abim gelmiş!
Zaman'ın dünkü kültür sayfasında "Anouar Brahem CRR'ye geliyor" haber başlığını görünce cinlerim tepeme çıktı; öfkeyle oturup gazetemizin kültür bakanı Ali Çolak'a sitem mektubu yazdım, kendimce protesto ettim.
Niçin? Çünkü sanatçının adını İngilizlerin imlâsına göre yazıyoruz. İngilizler, başka dillere ait olup da doğru seslendiremedikleri kelimeleri doğru telaffuz etmek için transkripsiyon denilen bir notasyon tekniği kullanıyorlar. Medya ortamına İngilizce egemen olduğu için, adamların kendi ihtiyaçları için tercih ettikleri "sesleri notlama" tarzı, genel kabul haline geliyor. Sinirlenmem o yüzden.
Adamın adı Anouar Brahem değil ki, bildiğimiz Enver İbrahim. Tunus asıllı Enver İbrahim'i babası tesmiye ederken "Elif-nun-vav-ra" harfleriyle yazılan ismi koymuş; İbrahim'in İslâm harfli notasyonu ise mâlum: Elif-be-ra-elif-güzel he-ye ve mim. İslâm dünyasında bu kelimeyi kime gösterseniz "İbrahim" diye okur, o kadar. Transkripsiyon notasyonu kullanmak İngiliz kültür muhiti için bir gereklilik, önemli bir nezaket kuralı; herkes isminin doğru telaffuz edilmesini, mânânın aslına sâdık şekilde iletilmesini bekler. Enver'i Anouar diye yazmak evrensel bir icab değil yani. Evet, Yeltsin isminde hataya düşebiliriz ama Enver, bizim bildiğimiz Enver yahu, yapmayalım.
Cezayir Başbakanı Ahmed Uyahya'nın Türkiye'ye hitâben, "Biz Türk dostlarımıza Cezayir'in kolonileştirilmesinin ticaretini yapmaktan vazgeçmelerini söylüyoruz. Türkiye, Cezayirlilerin kanları üzerinden çıkar sağlamaya çalışmasın" makamında serzenişte bulunması haberini okurken bu defa "Uyahya" kelimesi dikkatimi çekti. Erinmedim, İslâm harfleriyle nasıl yazıldığını araştırdım, doğru görünüyor, kezâ adaşımın, bizimkilere çıkışması da haklı bence. Hoşumuza gitmeyebilir, garipseyebiliriz fakat diplomatik tezlerimizi savunurken başka toplumların hikâyesini konu mankeni gibi kullanmanın âlemi yoktur; kaldı ki Cezayir'in Fransa'ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında bizimkilerin Fransa'yı desteklemeleri gibi sevimsiz bir gerçek de var. Bana göre bir başka sevimsiz gerçek ise Cezayir Anayasası'nda Fransızcanın, Arapça ve Berberîce ile müştereken resmî dil kabul edildiği... Modern Cezayir edebiyatının önemli bir faslını Fransızca ile yapılan edebiyat teşkil edermiş.
Uyahya önemli bir tesbit daha yapmış ve demiş ki, "Osmanlılar 1830'da Cezayir'i üç günde Fransızlara teslim ederken 1962'ye kadar Cezayir lehindeki bütün BM kararlarını da reddetti." Eh, o da doğru ama bu kadar doğrunun arasında minik bir gerçeği işaretlemeden geçmek olmaz. Takriben üç asırdan fazla Osmanlı "himâyesi"nde kalan Cezayir "Salyâneli" yani yıllıklı beylerbeyilik statüsüyle bir nevi muhtariyetle yönetildi. Osmanlılar o günlerde henüz keşfedilmediği için üniter devlet prensiplerine aykırı olarak hükümranlığı altında bulunan bazı eyâletlerde farklı idari rejim uygularlardı; Cezayir de Tunus ve Trablusgarp ile birlikte bu gibi istisnalar arasındaydı.
Evet, şöyle böyle üç asır ama ilginç; Türkçe, bugünün Cezayir'inde resmi dil filan değildir! Niçin? Hâlbuki Fransa, 130 senede Fransızca edebiyatı, Cezayir edebiyatının iki ana mecrâından biri şekline getirmiş; aslına bakarsanız Osmanlı idaresinin çekildiği yerlerde Türkçenin esâmisi okunmuyor. Bazı akıllılarımız da bu nükteyi farkedince, "Keşke ecdâd asimilasyon yapaydı!" diye kahırlanıp dururlar nedense...
Dolayısıyla aziz adaşım Uyahya, "Cezayir'in kolonizasyonu" üzerinden diplomatik ticaret yapmamamızı ihtar ederken yerden göğe haklıdır. Netekim Fransızlar da Cezayir'de uyguladıkları asimilasyon için değil belki fakat, kıtal için dönemin Cumhurbaşkanı Jacques Chirac'ın ağzından, "Tarihi siyasetçilere değil, tarihçilere bırakalım" derken de kendince haklıydı.
Bu mantık bizi kaçınılmaz olarak şu noktaya götürür mü: "Siyaseti, siyasetçilere değil, tarihçilere bırakalım!" Hafazanallah! Bırakalım herkes kendi yoğurdunu yesin...
Ha, Anouar Brahem, bu arada Siarar'ımıza khousch geldi safa geldi. Alâ re'sül-ayn ya ustaz!