Ruhsat Dinin Emri Değil mi?
Neydi soru hatırlayalım mı?
“İslam’ın yürürlükte olmadığı ve İslamî bir partinin kurulmasına da izin verilmediği bir sistemde, Müslümanların da temel hak ve hürriyetlerini koruyacak, hayatlarındaki zorluk ve sıkıntılarını kaldırarak yaşamalarını kolaylaştıracak, maddi refah ve kalkınmadan, gelir dağılımındaki paylaşımdan adil olarak yararlanmalarını sağlayacak, kendilerine gelen maddî ve manevî zararları defedecek, yönetme ve denetlemede, hukuk ve eğitimde, iktisat ve her türlü sosyal yaşamda hak, hukuk, özgürlük ve eşitliklerini yasal teminat altına aldıracak bir siyasi parti kurmaları:
1- Müslümanlara faydalı olur mu?
2- İslam açısından bunun hükmü nedir? Caiz mi, değil mi? Bir başka ifadeyle farz mı, haram mı, Mübah mı?
Ne dersiniz?”
“Bizim ne dememizin bir önemi yok. Asıl Rabbimiz ne diyor ona bakalım” dediğinizi duyar gibiyim.
Evet, doğrudur. Fakat Sevgili Peygamberimiz (sav) “Müslümanların güzel gördüğü Allah katında da güzeldir” sözünü unutmayalım. Bu hadis şeriatımızın dört aslından, kaynağından birisi olan “icma”nın delilidir.
Bundan maksat nedir?
Bunu iyi tespit etmeliyiz. Elbette bu kural, Kur’an ve Sünnet dışında kalan ve hakkında nass (ayet hadis) bulunmayan konulardadır. Yoksa bir akl-ı evvel kalkar, “Müslümanlar bugün içki içmeyi güzel görürlerse, o meşru mu olacaktır?” diye sorar. Siz de, sanki dinde ruhsatı meşru kılan Allah değilmiş gibi “dinde ruhsat muhsat yok, Allah ne dediyse o” diyen cahiller ile tartışmanın zorluğu altında “offf!” diye inlersiniz.
Bizim soruya cevabımız şudur:
“Bizim meslek ve meşrebimiz cebir ve şiddet olmadan dinimizin emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker, nasihat, iyilikte yarışma, kötülüğü engelleme ilkeleri doğrultusunda “cihat” yapmaktır. Yaptığımız işin “particilik” olarak anlaşılmaması ve siyasi ihtilaflara kurban edilmemesi için bilfiil siyasete karışmamaktır.”
Soru: “Tamam, anladık, bilfiil içinde olmayacaksınız amma, hiç olmazsa isteyenlerin yapmasına ne dersiniz?
Cevapta gizli ya!
Yani biz bilfiil siyasete karışmamayı tercih ederiz, ama zarureten mübah olduğu için yapmak isteyenleri de engellemeyiz. Bu iş doğrusu biraz tehlikelidir. İktidar imtihanı çetindir, çünkü ateşten gömlektir, çok kuvvetli bir iman ve istikamet gibi yardımcı ve dayanakları olmayanları bu ateş yakabilir. Teşebbüs etmek isteyenler, tavsiye ederiz, iki kere düşünsünler. Altından kalkabileceklerse, kendilerine güvenebiliyorlarsa, buyursun yapsınlar.
Neye dayanarak “mübah” dedik?
İslam’ın zaruret ve ruhsat ilkelerine dayanarak “mübah” dedik. Bu bizim bu zamana kadar (Allah Teâlâ’ya lutfu için hamd ederiz) okuduklarımız, duyduklarımız ve gördüklerimizin neticesinde vardığımız kanaatimizdir. Açıkça belirtelim ki biz müftî ve müçtehit değiliz. Kimsenin de bunu bir fetva olarak almasını beklemiyoruz. Sadece “bu bizim bir görüşümüzdür” diyoruz, o kadar.
Önce şunu dikkat çekerek açık açık söyleyelim:
Buradaki maksat, yürürlükte olan İslam dışı yapılanmayı ve yasaları (Tağut) benimsemek, desteklemek ve güç vermek asla değildir. Bilakis “Tağut”u inkar kesin şarttır. Bu inkar olmazsa olmaz bir iman şartıdır. Bilindiği gibi iman ve inkarın mahalli kalptir.
Beklenen amaç ise, demin saydığım şekilde Müslümanların hak ve hukukunu korumak, dinin bilinmesi ve yaşanmasına imkanlar sağlamak, Müslümanlara yapılan eziyet, işkence ve zulümleri önlemektir, o kadar. Kısacası maksat, “mefsedeti def, menfaati celptir.”
Düşmanlarının da böyle bir partinin kurulmasını istememeleri, bunun gerekliliğini ve faydasını ortaya koymaktadır.
Burada zorluk şudur; Müslümanlar inanmadıkları kanunlar ve düzenlemelere göre konuşmak ve davranmak zorunda kalabilirler. Bunu yaparken yüreklerinde samimiyetle kendi iman ettikleri kanunlar olmakla birlikte, dışta bunlara muhalefet vardır. Bu “için ve dışın başkalığı” elbette hoş değildir. Belki de zehir içmek gibi bir şeydir Müslüman için. Bu işin sınırı, ölçü ve miktarı ise bunu sadece buna mecbur ve mahkum olanların yapmasıdır, olmayanların değil. (Zaruretler, kendi miktarlarınca takdir olunur. Mecelle, md. 21.) İşte Biz buna “zaruret” diyoruz. (Zaruretler, memnu olan şeyleri mubah kılar. Mecelle, md. 20.) “Takiyye” diyenler de vardır. Olabilir.
İşte bu durum, şartların getirdiği miktar kadar olmak ve asla kalpten benimsenip tasdik edilmemek kaydıyla yapılırsa, belki normal durumlarda bunu yapacak olanlara terettüp eden günahlar, zaruretten dolayı yapanlardan kalkabilir. (Zarar bikadri’l-imkân def’olunur. Mecelle, md. 30.)
Bu “özü sözü başka olma” durumu, “nifakı” çağrıştıran ve elbette çok çirkin ve insan onuruna yakışmayan bir vaziyettir. Üstelik bu düşmanı inandırmaz, dostu da tatmin etmez. Ancak bu çirkinlikten sorumlu olanlar öncelikle Müslümanlar değil, halkın iradesini hiçe sayarak Müslümanları haklarından mahrum edip bu konuma mecbur edenlerdir.
Fakat onlar insan hakları ve onurları karşısında o kadar laubali ve arsızdırlar ki, hem bu hak gaspını yapar, hem de dıştan kabullendiğini söylese bile kalbinden laikliği reddeden Müslümanlar için, sanki bir marifet ve galibiyet iftiharı imiş gibi “sözde değil, özde laiklik isteriz” diyebilirler. Bu haksız hukuksuz zalimliğinizle daha çok beklersiniz…
Her ne ise, işte bu zaruretten kaynaklanan partiler herkesçe bilinmeli ki asıl olan değildir, tabiî ve normal olan değildir, aksine gelip geçicidir. Asla kalplerde yer etmez, dıştadır, değişkendir. Diken üstünde otururcasına rahatsız edici ve acı vericidir. Şartları ortadan kalktığında derhal bitirilmelidir.
Bazı kardeşlerimiz “siyeset ve parti kurmadaki zarureti” yazmamızı istemişlerdi. İşte azıcık konuyu açtık. Ama çok yakında bu meselede biraz daha geniş olarak bilgi ve düşüncelerimizi ifade edeceğiz inşallah.
İşte bu sistemde bizim “siyaset” ve “parti” anlayışımız budur.
Yeri gelmişken sağır kulaklara bir kere daha nara atarak haykıralım ki bizim kişisel olarak asıl çabamız, bu ruhsattan uzak kalarak azimeti gündemde tutmak ve yaşanır kılmaktır. Bu siyaset asla gözümüzde de yoktur, gönlümüz de. Ötesi iftiradır.
Ruhsatlar zaruretlerin mecbur kıldığı mahkûmiyetlerdir. Bunların üstünde asıl ve azimetlermiş gibi gereğinden fazla durmak ve ayrıntılarında boğulmak, aslında dinimize ve dünyamıza faydası olmayan ve yasaklanan boş işler anlamında “lağıv” ve “mâlâyânî” sayılabilir.
Doğrusu zaman zaman bu konuda yazarken “lağıv” ve “mâlâyânî” ile meşguliyetten, lüzumsuz ve gereksiz işlerle zaman, emek ve imkanları israf edip boşa tüketmekten endişe ederek korkuyorum ve bırakmak istiyorum. Ancak geri dönüyor ve “bunların da bilinmesi ve az çok ifade edilmesi gerekir” diyerek devam ediyorum.
Bundan şu dersi çıkardım: Bu seri yazılar bittiğinde siyaset ve partilere dair uzun bir müddet yazmamayı kendime emrediyorum.
Görelim Mevla neyler…