Böyle Devlet mi Olur?
Daru’n Nedve”yi gündeme getirenler bir de “hılfü’l Füdûl”dan bahsederler. Etsinler, iyidir, oradan da devlet çıkmaz.
Evet, bir de “hılfü’l Füdûl” vardır, doğrudur. Bu bir cemaat sözleşmesidir. Zulme karşı İslâm öncesi Arapların yaptığı Hz. Peygamber'in de katıldığı bir antlaşmadır. İsterseniz meseleyi açıklığa kavuşturmak için bunu da kısaca görelim:
Bütün cahili toplumlar gibi İslam öncesi Arap toplumu da kuvvet sahibi zorbaların hâkim olduğu, zulüm ve haksızlığın kol gezdiği bir toplumdu. Üstelik bu toplumda bir devlet de yoktu. İş reislerin insaf ve inisiyatifine kalmıştı.
Fil olayının yirminci yılında Ficâr savaşı olarak adlandırılan kanlı kabile kavgalarından sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve koruyucusuz kimsenin mal, can ve namus güvenliği kalmamıştı. İşler çığırından çıkmıştı. Yabancı tacirlerin malları alınır, parası ödenmezdi. Hac için gelenlerin hoşa giden kadın ve kızları zorla ellerinden alınır, kimsenin feryadına kulak asılmazdı. Bu kötü gidişe dur diyecek bir devlet ve otorite de yoktu.
Böyle bir ortamda Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke'ye satmak için bir deve yükü mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden As b. Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Ortada devlet ve mahkemeler olmadığından zavallı Zebidî parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, adamı aşağılayarak kovmuşlardı.
Uğradığı zulümden bağrı yanan Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, "Ey Fihr halkı" hitabıyla uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra bu toplulukMekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.
Antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi: Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu. Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak, "Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz" diye and içtiler.
Bu antlaşma, daha önceki zamanlarda aynı amaçla Cürhüm ve Katura kabilesinde Fadl ve Hidayl adlı bir kaç kişinin yaptıkları andlaşmaya çok benzediği için onların adına izafe edilerek "Fadl'ların andlaşması" anlamındaki "Hılfu'l-Fudûl" olarak adlandırılmıştır. “Fudûl” kelimesi "fazlalık" anlamına da gelmektedir. Bu antlaşmayı yapanlar zulmedenlere fazladan zulmen alınan mallarını geri vermek üzere yemin ettikleri için bu isimle anılmıştır da denilir.
Andlaşmaya katılanlar ilk iş olarak As b. Vail'in kapısı önüne dikilmiş ve ondan Zebidî'nin hakkını almışlardır. Daha sonra da benzeri olaylarda zulmün ortadan kaldırılması yolunda başarılı girişimleri olmuştur. Bunlara örnek olarak birçok olay anlatılırsa da konumuzla doğrudan alakalı olmadığından sarf-ı nazar ediyoruz.
"Fadl'lar Andlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir:
"Âbdullah b. Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim" (Ahmed b. Hanbel, I,190, 193).
Andlaşmaya katılanlar sonradan aralarına başka kimseleri alamadıkları için onların ölümüyle "hılfu'l-fudûl" son bulmuştur. (Bkz. Şamil İslam Ansiklopedisi "hılfu'l-fudûl" md.)
Peygamberimiz, “mazlumun hakkını zalimden almak için kurulan” bu kuruluşu övmüş ve “şimdi bile çağrılsam icabet ederdim” demiş ise, sözü uzatmadan hemen ince ayar iki soru soralım:
1- "Hılfu'l-fudûl"un kurulmasını gerektiren bir ortamda devlet olur mu?
2- Bu icabet ve katılım sözü sizin düşünce dünyanızda nasıl bir şimşek çaktırıyor ve acaba ne anlam ifade ediyor?”
Özellikle de “laik devlet ile bütün ilişkileri kesmek gerekir” diyen kardeşlerimiz bunun üstünde daha bir düşünmeli değiller midir?
Her neyse, buraya kadar sorular sorduk, tezimizi güçlendiren veya zayıflatan bilgiler sunduk. Şimdi size hiç itiraz edemeyeceğiniz başka bir gerçeği ifade etmenin zamanı geldi.
Acaba Câhiliyye Devrinde Arabistan’da nasıl bir siyasî, idari, içtimaî, hukukî düzen veya sistem vardı?
O düzeni, daha doğrusu düzensizliği, kaosu, kargaşa ve karmaşayı gördükten sonra ortada bir devletin varlığından söz edilebilir mi?
Bütün meseleyi halleden bilgi buradadır zaten. Câhiliyye devrinde Arabistan, siyasî bir nizam ve içtimaî bir düzenden de mahrum bulunuyordu. Ahalinin ekserisi göçebe hayatı yaşıyordu. Kabîlelere bölünmüşlerdi. Kabile, içtimaî düzenlerini kendi aralarında temin eden bir toplumdur.
Bu göçebeler, devamlı surette birbirleriyle çekişme hâlinde idiler. Her an başkasına saldırmaya, gayrın malını talan etmeye, namusunu lekelemeye hazır bir hayat tarzı içinde bulunuyorlardı. Baskın ve yağmacılığı, âdeta kendileri için bir geçim vasıtası kabul etmişlerdi. Kendilerine düşman olan kabîleye baskınlar düzenler, develerini sürüp götürürler, kadın ve çocuklarını esir alırlardı.
Aralarında düşmanlık eksik olmazdı. Bir kabilenin diğerine yaptığı kötülükleri, karşı kabîle de aynıyla yapmaya uğraşırdı.
Harp, baskın, çarpışma, ruhlarına ve hayatlarına öylesine işlemişti ki, başka kabileler arasında üzerlerine saldıracak kabîle bulamazlarsa, birbirleriyle savaşırlardı. Şâir Kutamî, "Kardeşlerimizden olan Bekr'lerden başkasını bulamazsak, onlara saldırırız!" beytiyle bu hususu anlatmak ister.
Bakınız Mehmet Akif “Bir Gece” şiirinde ne der?
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin
Salgındı bugün Şark'ı yıkan tefrika derdi.
Öteden beri, kabîleler ve aşiretler hâlinde yaşıyorlardı. Merkezî bir hükümet etrafında toplanmayı düşünmemişlerdi. Bu sebeple, yarımada, medenî ve sosyal kanunlardan mahrum bulunuyordu. Bu yüzden de karşılıklı zulümler eksik olmuyor, çarpışmalar, vuruşmalar devam edip gidiyordu. İsteyen istediğini, gücü yettiği takdirde yapabiliyordu. Güçlünün ve itibarlının yaptıkları dâima yanına kâr kalırdı.
Sonuç: Cahiliye Döneminde devlet yok, devlet başkanı yok, otorite ve hakimiyet yok, ülke – toprak yok, kanun yok, sosyal düzenlemeler yok, memur yok, devlet bütçesi yok, tahsildar yok.
Bazıları bu hakikat karşısında şaşkınlığa düşmüş ve hayretle şu soruyu soruyorlar: “Peki devlet yoktu da o Müslümanlara kim eziyet ve işkence ediyordu?”
Bu sorunun cevabını bazı yorumcular kısa ama öz olarak yazdılar, onlara teşekkür ediyorum. Evet, o günlerde Müslümanlara yapılan eziyet, işkence ve zulümler maalesef yine aynı kabileden müşrik akrabalar tarafından idi.
Şimdi biz bu gerçeğin alt yapısını döşeyelim ve destekleyelim biraz isterseniz. Yazı uzadı, çaresiz az bekleyeceksiniz artık.