Zamane "Our Boys" Tükendi mi? Uykuda mı?
Genelde Türkiye’deki darbelerin, özelde 12 Eylül askeri darbesinin dış bağlantıları ile alakalı tartışmaların yaşandığı muhitlerde neredeyse darb-ı mesel halini almış bir anekdot dillendirilir… CIA'nın Türkiye'deki istasyon şefliğinde görevde bulunmuş, en önemlisi 1980'lerde Washington'da Milli Güvenlik Konseyi'nde aktif olarak çalışmış Paul Henze’nin, Ankara'dan Türk askerinin darbe yaptığı haberi gelince, Kennedy Center'da bulunan Başkan Carter'a hemen haber ilettiği ve "Our boys did it" (bizim çocuklar yaptı) mesajını verdiği bilinir.
Gerek 27 Mayıs darbesinde, gerek, 12 Mart 1971 örtülü darbesinde, gerekse 28 Şubat sürecinde (1997) ABD’nin bu eylemlere geniş çaplı global ve bölgesel çıkarları paralelinde yeşil ışık yaktığı konusunda genel bir kanı vardır. İleri sürülen “dış bağlantı” varlığının açık ve örtülü faaliyetleri ile alakalı analizler önemlidir.
Bir “dış güç” bir ülkede nasıl vesayet rejimi oluşturur? Bu soruya onlarca başlık altında makul cevaplar verilebilir. Ama en önemli cevaplardan biriside, kurumlar arasındaki çatışmalardan doğan ortamın dış müdahaleye zemin hazırladığı gerçeğidir...
Türkiye’de bu zaman dek bu anlamda dominant tek kurum; sivil bürokrasinin, sermayenin ve medyanın bir bölümüyle ittifak halinde olan oligarşik askeri bürokrasi idi... Peygamber ocağı addettiğimiz bu kurumun içine yerleşmiş/yerleştirilmiş bazı odaklar yeri geldiğinde “our boys” rolünü oynamaya başlamış, askeri değer ve pratikleri yücelterek sivil alanı şekillendirmeye çalışmışlardır.
Görünürde demokratik seçimlerle gelen/giden iktidarların olduğu, ancak asıl iktidarın başka güç odaklarında olduğu rejim modeli bu ülkeye çok şey kaybettirdi. Seçimle iş başına gelmiş bir iktidar, güç odaklarının risk olarak gördükleri ya da beğenmedikleri kararları aldığında derhal “our boys” devreye girer, gerekli mekanizmaları harekete geçirirlerdi... Bazen doğrudan müdahale eder, bazen örtülü işler çevirirdi… Her şeyin ülkenin menfaatleri için olduğunu söylemeleri, adeta kendilerini ülkenin gerçek sahipleri olarak görmeleri, bunun aksini iddia etmenin vatan hainliği ile eşdeğer olduğunu vurgulamaları ise ortak görüntüleriydi…
Daha önce bahsetmiştik... Vesayetçi sistemin ortadan kaldırılmasına yönelik toplum-devlet arasında bir takım düzenlemeler yapılmaya başlandı. 2007’den beri otorite ve kontrol mekanizmalarından müstağni, askeri ve sivil bürokrasimizin içindeki “our boys”la mücadeleye girişildi… Kimileri hukukun üstünlüğü ilkesiyle karşı karşıya bırakıldı, kimileri de sindirildi… Türk devlet geleneğinde militarist odaklara karşı verilen devlet iktidarı ile siyasi partiler iktidarının asgari müşterekte buluşma çabaları meyvelerini vermeye başladı. Fakat gelinen aşamada bazı kurumlar birbiriyle çatışma görüntüsü vermek istemese de arka planda ciddi mücadeleler yaşanmaya başladı.
Kurumlar arası çatışmayı kendilerine meslek edinmiş insanlar hala varlıklarını sürdürüyor.
“Birbiriyle Çatışan” ya da “kendi içlerinde kutuplaşan” görüntüsünü veren kurumlar kim?
Kimin elinin kimin cebinde belli olmadığı görüntüsünü veren, otorite ve yetki karmaşası içinde birbirlerine galebe çalmaya çalışan istihbarat kurumları mı? Son düzenlemelerle birlikte 30 yıllık bir vesayetin ortadan kaldırılmasının sancılarını yaşayan yargı mı? Asker içindeki darbe çetelerinin temizlenmesine yönelik reaksiyon gösteren, olan bitene razıymış gibi gözüken ama hâlâ zinde bir gücün “düğmeye basın” direktifini dört gözle bekleyip, o konjonktürü kollayan askeri odaklar mı?
Sayın Başbakan’ın “kurumları temsil edenlerin gönül dünyalarında bir çatışma varsa onu bilemem ama kurumlar arası bir çatışma asla söz konusu değildir” açıklamasına rağmen, gelinen noktada kurumlar arası çatışma ortamı minimum seviyeye indirilse de yinede mevcut. Bu mevcudiyet ülkeyi dış müdahalelere açık hale getirme ve yeni kutuplaşmalara kapı açma riskini hala koruyor.
Türk asker-sivil idarelerinin uyumunu kendilerine bir tehdit olarak algılayanlar, güvenlik boşluklarının ve dış müdahaleye açık deliklerin kapatılmasıyla alakalı gelişmelerden oldukça rahatsız olmaya başladılar. Bugünlerde yaşananlar bu algının neticeleridir.
Türkiye’nin gerçek bir demokrasiye, katılımcı demokrasiye ihtiyacı olduğu aşikâr... İvedi olarak; adil, katılımcı, paylaşımcı, tam demokratik, yaşanmış tarihi tecrübeye, millî tarihin, millî kültürün ve millî geleneklerin ruhuna uygun bir anayasa değişikliğine ihtiyacımız var. Devlet ile toplum arasındaki bağın sıkılığını en son limitine kadar pekiştirecek şekilde, devleti tüm kurumlarıyla birlikte baştan aşağıya yeniden yapılandırmaya ihtiyacımız var.
İktidarının bu dönemini “ustalık dönemi” olarak niteleyen hükümet şu sıralar tıpkı bisiklete binen adam gibi! Pedal çevirmeyi bırakırsa bisikletten düşer!
Bunun için gerekirse bedel ödeme cesaretini göze alabilecek kararlık ile demokrasi ve değişim adına, bu memleket mukadderatını yüzyıllardır halka ve hakka rağmen sömüren odaklara karşı mücadelesini sürdürmeli… Bundan öncekiler gibi iktidar nimetini; muhalefetteki vaatler ve ideallerinin aksine, birilerinin dümen suyunda rotalarını kilitleyip çarçur edip gidenler kervanına katılmamalı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.