Haddini bildirmek yahut haddini bilmek
Sevgili dostlarım...
Yeni anayasa hazırlıkları eşliğinde Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”si ile okullarda hâlâ devam eden “sabah andı” tartışılıyor.
Yine ortalık toz-duman: Bir taraf “Bunlar âyet değil, kalkabilir” derken, öteki taraf, (irtica-laiklik kavgaları kabak tadı verdiği için) “Cumhuriyetin kazanımlarını yok ediyorlar” çerçeveli itirazlarda bulunuyor.
Benim gibiler ise, neden Türkiye’de hiçbir konunun sağlıklı tartışılamadığını düşünüp kahırlanıyoruz.
Neden her tartışma hızla kavgaya dönüşüyor?
“Kavgada yumruk sayılmaz”, ama sağlıklı sonuca da ulaşılmaz. Bu yüzden hiç bir tartışmamızdan sonuç çıkmıyor. Sadece bir birimizi susturmaya çalışıyoruz.
Ben tartışmaktan yanayım. Belki de öyle yetiştirildiğim içindir...
Rahmetli babam sorularıma kızmaz, ama Başöğretmenim iki soru sonra bağırmaya başlardı. Bir süre sonra fark ettim ki babamın müsamahası sorularıma verecek cevabı olmasından, Başöğretmenimin kızgınlığı ise verecek cevabı olmamasındandı.
Oysa babam her konuda sabırsız ve aceleci (hemen hemen tüm Karadenizliler gibi) bir insandı. Sıra benim sorduklarımı cevaplandırmaya gelince, sabır küpüne dönüşür, geçiştirmeden cevap verirdi.
Sual sormadığım zamanlarda şaşırır, “Sor bakalım bu neden böyle” diye yüreklendirirdi.
Bana hiçbir zaman “sus” demedi, “yeter” demedi, “bıktım” demedi, “çocuksun, anlamazsın” demedi. Bazen kulaklarımı çekti, ama asla aşağılamadı.
Hedefime kilitlenip sağlam adımlar atmayı ondan, sevgi ve şefkati (olabildiği kadar) annemden öğrendim.
Bir gün, bitmez tükenmez sorularımdan sonra, tarih öğretmenim, “Senden çekeceğimiz var” dediğinde, büyük bir keyif almam ve o keyifle sırım sırım sırıtmam bu yüzdendir.
“Sormak”la “bilmek” arasındaki ilişkiyi keşfetmenin tadını hep çıkardım.
Öğretmenlerimi sorularımla bunalttığım anları bugün de büyük bir keyifle hatırlıyor, hâlâ da tadını çıkarıyorum.
“Aşırı merak öldürücüdür” cümlesini bir polisiye romanda okuduğum gün ise keyfim fena halde kaçtı, kendimi “ölüm adayı” gibi hissetmeye başladım. Sonra, “Nasılsa bir gün hepimiz ölecek değil miyiz?” diye düşünüp, bu havai tespitimde teselli bulmaya çalıştım...
Cami imamına itiraz ettiğim gün ise “Haddini aşma” azarına tosladım. Bozulan moralimi tamir için de bizim köy evine doğru müthiş bir koşu tutturdum. Faydasızdı: O ses kulaklarımda çınlıyordu: “Haddini aşma!”
Baktım kaçmakla kurtulunacak gibi değil, korkularımın üzerine yürümeye karar verdim. Eve gitmekten vazgeçip yönümü tekrar camiye çevirdim. İmam, takunyaları çekmiş, kollarını ve pantolonunun paçalarını sıvamış, abdeste oturmuştu. Şaşkın şaşkın ter içindeki yüzüme bakarak neden döndüğümü, belki de neden koştuğumu kestirmeye çalışıyordu. Nefes nefese bağırdım:
“Öğrenmek maksadıyla sormak haddi aşmaksa, neden Peygamberimize onca soru soruldu?”
Cevap beklemeden yanından ayrıldım. Bu hafızlık hevesimin sonu oldu. Oysa Kur’an’ın yarısına yakınını ezberlemiştim.
Yine de hiç faydasını görmediğimi söyleyemem: Özellikle televizyon tartışmalarında ne zaman üst perdeden “ahkâm” kesmeye başlasam, ne zaman karşımdakinin haddini bildirdiğimi düşünsem, anında bizim köy imamının azarı kulağıma çarpar: “Haddini aşma!”
Fark ettim ki, insan başkalarına haddini bildirmek için değil, kendi haddini bilmek için dünyaya gönderilmiştir...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.