Kanaat kasapları

Kanaat kasapları

Gazeteciler, orantısız güç kullanan bir mesleğin erbabı olduklarını hep hatırlamalılar: Hadiselere isim veriyorlar, niteliyorlar, istikamet veriyor ve sonuçta kanaatleri yönetiyorlar. Sadece bir gazeteci için değil, herhangi biri için bile lüzûmundan fazla yetki ve otorite ve cabadan kutsanmışlık; eh, sorumluluktan hiç bahsetmesem de olur! Bazı gazetecilerin meslekî sorumluluk kavramını, sorumsuzluk ve hesap vermeye mecbur olmamak şeklinde anladıkları âşikâr. "Kim etti sana bu kârlı teklifi" diyesi geliyor insanın.


Adam, devrin güçlü generaline pişkin bir edâ ile, "Darbe yapacak mısınız darbe; sen ondan haber ver" diye sorarken gazetecilik yaptığı kanaatinde; bir bakana "Hakkında yolsuzluk dosyası var; istifa etsen iyi olur" şeklinde şantaj yaparken de gazeteci. Patronuyla iyi günlerinde bir tarafta şirketin yararına iş kovalayıp piston ararken öte yanda despot darbecileri desteklemek, sadece Türkiye'de "Gazeteci" etiketinin altında birleşebilir garipliklerdendir.

Şahıslardan değil, Türkiye'de "Gazeteci" kavramına bahşedilmiş neredeyse mistik, hattâ uhrevî muhtevadan bahsediyorum; buna göre "Gazeteci", hepimiz gibi nev-i beşer doğmakla birlikte meslekte belli yerlere yükseldiği lâhzadan itibaren bir yarı tanrıdır; dokunulamaz, eleştirilemez, soruşturulamaz, ne idüğünden sual olunamaz ve yazdığı her şey, muhteviyatında mutlaka hikmet boncukları ihtivâ eder.

Sıradan adamların çocuğu olmalarına rağmen, uygun tabiatte oldukları fark edilince (Zira her tabiatın üstesinden geleceği işlerden değildir kanaat kasaplığı!) asansörle terfî ederek yüksek sınıfa intisâb eder, dudak uçuklatıcı maaş ve transfer meblağlarına nâil olup iktidar santralına doğrudan bağlanırlar. Tâbi oldukları yegâne ahlâk, güç ve dolayısıyla iktidar ilişkilerinin iyileşmesine hizmettir.

Sıkı, hatta destânî bir zümre dayanışması gösterirler ve zamanla bu dayanışma, onları neredeyse ölümsüz, lâyüsel ve hikmeti kendinden menkûl olduklarına inandırır. Oysa ki, kendi klasmanlarına mensup bir gazeteci için bezl ettikleri fedâkârlık ve vefâyı, diyelim ki kendi gazetelerinde çalışan isimsiz ve sıradan basın emekçilerine lûtfetmeyeceklerdir. "Kast sistemi" şöyle çalışır; gazeteciler gazetecilerle, basın emekçileri de basın emekçileriyle dayanışır ve bu iki meslek, kesinlikle aynı "iş"i kapsamaz; onlar, medya starlarının sarayına odun taşıyan birer hamal veya canlı yelpaze sallayıcısı gibisinden ayak işlerini görürler; hele hele sendikalaşmalarına hiç iyi gözle bakılmaz. Onları tamamen meslekî endişelerden mahrum saymayalım: Güçlü olandan kopmamaya azami dikkat gösterirler ve galiba zaten başkaca değer yargıları da yoktur. Kabiliyetsiz oldukları da söylenemez: Meslekî maharetleriyle "Güç" bağlantısını koparmamak için bukalemun gibi karakter değiştirirken, hep aynı yüksek prensipleri savunduklarına kendilerini ikna etmekte ehil sayılırlar.

İşler iyi gitmediğinde, tersine döndüğünde alıştıkları hayat standardından geriye düşeceklerini hissetmek, neredeyse ölümle birdir. Onların günün birinde işsiz kalmaktan duydukları korku, gerçek işsizlerin yaşadıklarıyla kıyaslanamaz derecede daha büyük ve korkunçtur.

28 Şubat günlerinde bu zümrenin neler neler yaptığından biraz haberdar olduk. Bilinmeyen, sezilmeyen şeyler değildi; âşikâr alâmetleri görünüyordu ama tartışma heyecanı arasında ağızdan kaçırılmış yarı itiraf halleri, yine insana "Vay canına" dedirtiyor, öğretici oluyor. Aslında şaşırmamak gerekiyor; bu "Eküri"nin bir nesil önceki ceddi, 27 Mayıs koşusunda unutulmaz yarışlar çıkarmışlardı. Yeri gelmişken çiviyi yerine çakalım: Siyaset kültürümüzü temelinden kağşatan ve yozlaştıran dramatik tarih, 12 Eylül değildir, 27 Mayıs'tır; okullarda ibret dersi diye okutulsa yeridir.

Uzaydan dönmüş bir astronotla görüştüm az önce: Dönüşte Pantheon'a uğramışlar ama orada "Gazeteci" lakaplı yarı tanrı filan yokmuş; "Nerede olurlar" diye sorduğunda, "Genellikle Hades Bar'a takılır onlar" demişler; astronotun yalancısıyım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi