Çıkan “Büyük Doğu” ve düşündürdükleri
Star Gazetesi’nin Üstad Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’larını ek olarak vereceğini duyurunca çok heyecanlandım. Cumartesi Günü gazete bayilerine: ‘Star Gazetesi kaldı mı?’ diye sorarak gazeteyi istedim. Gazete bayii tuhaf bakışlarıyla gazeteyi uzatıverdi. Ben, Büyük Doğu ilavesinden dolayı ‘gazete kalmamıştır’ düşüncesindeydim. ‘Büyük Doğu’nun ek olarak verilme vesilesi beni hatıralarımla başbaşa bıraktı değişik bir haleti ruhiye içinde. Eski günler canlandı gözümde. Pazar günleri sabah erkenden mutadım olduğu üzere Beyazıt’a gider sahafları dolaşır, kitaplar alır, dergi nüshalarını karıştırır lazım olanları temin eder, kahvaltıya yetişmeye çalışırdım. Babamlarla müstakil evimizde altlı üstlü otururduk. Pazar sabahları aile meclisi hep beraber kahvaltı ederdik. Beyazıt’tan babamları bekletmemek için koşuştura koşuştura eve yetişirdim. Böyle bir Pazar günü sahaflarda 1943, 1959 ve 1967 senelerinin Büyük Doğu ciltlerini görünce heyecanlanmıştım. Pazarlık bile yapamamıştım dergileri elimden kaçırırım diye. Cebimde kalan paramın tamamını verdiğimi fark edince eve yürüyerek gittiğimi, bütün ailenin ‘Büyük Doğu’ sofrasında toplandığını dün gibi hatırlıyorum. (Star’ın verdiği nüsha 1946 senesinin. Bendeki sayılar 1943’ten başlıyor. İlk sayısının hangi senede çıktığını bilmiyorum. Aydınlatırlarsa sevinirim.)
1970’li Lise yıllarım ‘okuma tiryakiliği’ kazandığımız yıllardı. Necip Fazıl KISAKÜREK, Seyit Ahmet ARVASİ, Sezai KARAKOÇ, Peyami SAFA, Cemil MERİÇ yazılarını, daha sonra kitaplarını altını çize çize okuduğumuz fikir ve düşünce adamlarımızdı. Olayların yoğun olduğu günlerdi. Kalabalıklar içinde yalnızdık. Bize eylemden önce fikir, düşünce, ve bilgi lazımdı. Tersyüz edilen değerleri öğrenmeye ihtiyacımız vardı. İşte o hengamede ‘Tercüman Gazetesi’nin ayrı bir yeri vardı. Önemli bir boşluğu dolduruyordu. Ergun GÖZE’siyle, Ahmet KABAKLI’sı, Tarık BUĞRA’sı ile Yılmaz ÖZTUNA’sıyla... (Allah rahmet etsin hepsini kaybettik. Sağlıklarında kıymetlerini bilmeden. Cenaze namazlarını hatırlayın vefasızlığımızı daha iyi anlarsınız.) Etrafımdaki üniversite öğrencilerinin, üniversite mezunu olup önemli mevkilerde bulunanların fikrî meselelere ilgisizliği hüznümüzü arttırıyor. Bahsettiğimiz yazarlar halühayatta olup gazetede günlük yazı yazsalardı belki de okunmayacaklardı. (İsimlerini gençlerden bilen-hatırlayan bile yok!) Üzüldüğümüz nokta, muhafazakâr, kendi değerlerine bağlı siyasilerimizin tehlikenin ve vahametin farkında olamayışları. Teknolojinin nimetleriyle(!) herşeyi hallettikleri zehabına kapılmaları. Dağıtılan tablet bilgisayarlar, akıllı tahtalar, kaldırılan okul çantaları, ödev verilmeme uygulaması, vs. Çocuklarımız da bilgisayar ekranında çiçekler açmış bir tablete bakıyor. Yetkililer de verdikleri hizmetten dolayı mest olmuşlar.
Ellerinde dünyayı taşıdıkları bir oyuncak ve bir parmak oynatışıyla değiştirdikleri ekran. Belki bizim talebelik yıllarımızda çektiğimiz (bir bilgi kırıntısının peşinde koşup ona ulaşamamanın ıstırabını) çekmiyorlar. Bitirme imtihanlarında geçirdiğimiz uykusuz geceler yok onların öğrencilik hayatlarında! Bilgi kaynakları, karatahta üzerindeki beyaz tebeşir izlerinden ve ders kitaplarından ibaret değil. Sınırsız bilgi ağlarının içinde dolaşarak özgürlüğün tadını çıkarıyorlar belki. Bizler gibi ödevlerini yaparken Meydan Larus aramadılar. Kaynak problemi yaşamıyorlar. ‘Google’ var çünkü. Yokluk yok, mahrumiyet yok, paylaşmak yok, sevgi, saygı, hayal, ideal yok. Ama bir şey var. Dokunup kolayca sahip oldukları ‘dijital oyuncak'ları, 'akıllı tahtalar’ı var. (akıllanmış mı demeliydim) Bütün bunları teknolojik bir yenilikle izah edemeyiz. Bir ‘hayat tarzı dayatması’na maruz kaldığımızı hatırdan çıkaramayız. Artık, başka çağların insanlarıyız onlarla. Ne biz onlara yetişebiliriz, ne onlar dönüp bize gelirler. Bilgisayarın tuşlarıyla ekranı arasında gidip gelmekten şaşılaşmış gözler; ne mâziye bakarlar ne de istikbale...
Okullarda dağıtılan tabletler, bir ülkenin gelişmişlik seviyesini göstermekte yeterli mi? 1970’de nüfusumuz 35 milyon civarında, öğrenci sayımız (takriben) 7 milyon iken herhangi bir kitabın baskısı 10 bin civarında idi. Meselâ kütüphanemdeki Peyami Safa’nın 1970 baskısı ‘Seçmeler’ kitabını Millî Eğitim Bakanlığı 20 bin basmış. Şimdi 76 milyon nüfusumuz, 16 milyon öğrencimiz var. Acaba kitaplar kaç bin basılıyor. Kitap okuma oranımız eskiye göre nasıl? Meselâ öğrencilerimizde; ortak bilinç, ortak değer, ortak kutsal olarak hayatlarında ne var? Mezun edeceğimiz öğrencilerimize tahsil hayatlarının sonunda ortak okuttuğumuz kaç kitap var? Daha doğrusu ellerine tutuşturduğumuz tablet bilgisayarlar, sınıflarına soktuğıumuz akıllı tahtalar, bağlattığımız internetler okuma alışkanlığı veriyor mu onlara? Hepsini bir kenara bırakalım, ‘insanlık’ öğretiyor mu? Öğrenciler arasında çeteleşmelerden, okullarda gittikçe yaygın hale gelen şiddetten, kötü alışkanlıklar ve bağımlılıklardan, okul yönetiminin yetersiz kaldığından, öğretmen-öğrenci münasebetlerinin bozulduğundan, gençlerimizin kötü emelli kişilerin tuzaklarına düşmeleri tehlikesinden bahsetmediğimiz gün yok. Bu ‘dijital hayranlık’ yaşanan olumsuzluklara tedbir üretiyor mu? Ahlâki eğitimin icapları var mı bu paket programlarınızda? Bugün gelinen nokta; sosyal yozlaşma, mânevî (kültürel) bir çözülmeden ibarettir. Bu da insanımızı ‘cinnet toplumu’nun üyesi yapma halinden başka birşey değil. Vahşet; dekore edilmiş, mücehhez hale getirilmiş, renklendirilmiş, bizler de ışıltılı-pırıltılı âletlerin karşısında uyuşmuş vaziyette ‘memnuniyet kahvesi’ içiyoruz. Siyasetçilere de bir hatırlatmada bulunmak isterim. Muhafazakar Demokrat çizgisiyle hizmet veren AK Parti’nin takip ettiği icraatların, geçmiş ‘merkez sağ’ partilerin hatalarına düşmemesi gerekiyor. Yollar, barajlar, ihracat, ithalat, ekonomideki iyi gidişat ülke kalkınması için yeterli mi? İnsanımızın kültürü, ruhu, toplumun mânevî dokusu için yapılanlarla, imar ve inşa için yapılanlar dengeli mi? Geçmişteki DP (Demokrat Parti), AP (Adalet Partisi), ANAP (Anavatan Partisi) çizgisinden farklı ne var? Onların insanı ihmal eden siyasi anlayışı, bugün de aynen devam ediyor mu, etmiyor mu? Siyasileri yanlış icraatlarında ikaz edecek bir aydın kadrosu var mı? Eğitimdeki yapılanlar muhtevaya yansıyor mu?
Bedava dağıtılan kitapları, açılan derslikleri, karşılanmaya çalışılan öğretmen açıklarını hafife almıyorum. Kitapları paramızla alırdık yeter ki Millî kültürümüzün, millî ve manevi değerlerimizin müfredattan, kitaplarımıza kadar sindiği bir Eğitim sistemine geçildiğini görebilseydik. Tek başına iktidar olmanın en büyük nimetinin Millî Eğitimde yapılacak kalıcı hizmetler olduğunu idrak eden siyasiler görebilseydik. Küresel ısınmadan çevre kirliliğine, insan ilişkilerinden ekonomik hayatımıza varıncaya kadar bütün bunalımların temelinde “ruh kirliliği” olduğunun şuurunda olan ve bu kirliliğin orman yangını gibi birbirini tutuşturarak devam ettiğinin farkına varan devlet adamlarının mevcudiyeti bizi rahatlatsaydı keşke. Kültürel-sosyal meseleler (temel meseleler) alanına da gereken önem verilseydi. Solun bilhassa Millî Eğitimde yaptıkları tahripkârlık hatırlansaydı. Yazdıklarıyla-çizdikleriyle, okuttuklarıyla, dokuttuklarıyla, dili bozmalarıyla, tarih şuurunu unutturmalarıyla, inançlardan uzaklaştırmalarıyla... DP, AP, ANAP devamındaki AK Parti de “Sol”un zehirinin panzehiri olacak hizmetleri yapmak mecburiyetinde. Bu Milletin teveccühü, herşeye rağmen hâlâ devam eden güveni, ‘Millî Mesele’lerde iktidarı mesuliyet ve mükellefiyetlerinin icraatlarını yaparken görmek istiyor. Hasret ve hüzün bitsin istiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.