Soruluyor nitekim ve taşlar yerine oturuyor
2007 yılından beri Türkiye demokrasisinde yaşanmakta olan süreci tek bir kelimeyle ifade etmek gerekirse, sadece 'normalleşme' diyebiliriz. Normalleşme sağlıklı, adaletle kaim olan bir toplumda herşeyin olması gerektiği gibi olmasıdır, herşeyin yerli yerinde olmasıdır. 'Normalleşme' ile 'adalet' arasındaki ilişki o yüzden çok doğrudan bir ilişkidir.
12 Eylül öncesinde toplumun bütün ayarları bizzat darbeciler tarafından bozuldu. Sonra o darbeciler kendi bozdukları ayarları düzeltme işgüzarlığına soyunarak iktidara el koydular. Onların iktidarı anormaldi, yerinde değildi yaptıkları, yönetmeye hakları da yoktu, yetkileri de yetenekleri de. Neresinden bakarsanız durum adalet ilkesine kökten aykırıydı, 'netekim' yaptıkları da baştan sona batıldı. Batıldı, ama sahip oldukları güç onların batıl işlerini geçerli kılıyordu.
Adalet birşeylerin yerli yerine oturtulması olarak tarif edilir. 12 Eylül darbecileri dünyanın bütün taşlarını kendilerine göre, tabii ki adaletten fersah fersah saparak, yeniden dizmişlerdi. Bu taşları yerinden oynatma teşebbüsünde ilk defa Turgut Özal bulundu. O da kendine özgü bir yol tutturdu, darbecilerin kurduğu düzenin boşluklarından hareket edip askeri vesayet düzenini elinden geldiği kadar azaltmaya hatta nihai hedefte yok etmeye çalıştı. Yaptıklarının o zulüm düzeninin mimarı olanların huzurunu bozduğu ve çok kızdırıyor olduğu çok açıktı. Özal'ın bu yöndeki bütün çabasını bir 'adalet arayışı' olarak isimlendirsek yeridir. Darbeci düzenin taşlarını yerinden oynatmıştı bile.
Onun yaptığının tam da böyle bir şey olduğunu vefatından hemen sonra halefi olan Demirel kendi misyon tanımını yaparken tescil edecekti: 'Bu ülkede taşlar yerinden oynamıştır, benim görevim o taşları yeniden yerine oturtmaktı' sözleri onun görev süresince bütün yaptıklarını tarif etmeye yetiyordu.
O taşların yerinde olmasının veya olmamasının anlamını aslında biraz aklı, vicdanı olan herkes görüyordu. Ne asker asker gibi davranıyordu ne siyasetçi siyasetçi gibi. Ne gazeteci gazeteci gibi yapıyordu işini ne de iş dünyası kazancının normal yolundaydı. Hukukçunun giydiği cüppenin vakarını zerre kadar düşünmeden askerden ayakta alkışladığı brifingler alıp, o brifingler doğrultusunda masum insanların canlarını yaktığı bir ortamda, üniversite hocası, normal şartlar altında (yani taşların yerli yerinde olduğu bir durumda) şefkatle bakmak zorunda olduğu öğrencisine nefretle ve düşmanlıkla yaklaşıyordu.
Bazı askerler kendi halkına düşman gözüyle bakıyordu. Birileri için Türkiye'de bir kaç milyon kişi bu uğurda gözden çıkarılabilirdi, yani katliam yapılabilirdi. Birileri için taşların yerine oturması demek böylesi bir cinnet düzenini ifade ediyordu.
Doğal olarak böyle bir düzenin milyonlarca mağduru oluyordu. Bir gecede çıkan kanunla yüzbinlerce meslek liselinin hayatı hiç bir şekilde telafi edilemeyen bir şekilde karartıldı, eğitim haklarından mahrum bırakıldı. Dahası bu taşların dizilimi her nasılsa binlerce insanın faili meçhullerle ölümünü gerektiriyor, ülke kaynaklarının birilerine hortumlanmasını sağlıyordu. Ülkenin kaybolan bu yıllarının kaybolan servetinin 300 milyar dolara yakın olduğu hesaplanıyor şimdi.
Geçen hafta 12 Eylül yargılamaları bağlamında rövanşizm suçlamalarına değinmiştik. Orada 32 sene önceki bir darbenin davasının görüldüğü mahkemeye 'sorarlar bir gün sorarlar' sloganları eşliğinde miting meydanına gider gibi gidenlerin Balyoz ve Ergenekon davası gibi taze davalara 'rövanşizm' suçlamasında bulunmalarındaki çelişkiye dikkat çekmek istemiştik sadece. Doğrusu ne 12 Eylül'ü yargılamak rövanşizm veya intikamcılıktır ne de Balyoz ve Ergenekon'u. Ama birini lanetleyip diğerini aklamaya çalışmak apaçık bir zulümdür.
28 Şubat'a gelince, beş yıldır yaşamakta olduğumuz yüzleşme ve adalet süreci içinde tamamlanması gecikmiş eksik ama en büyük halka. Esasen sıranın en son 28 Şubat'a gelmiş olması bile bu işte bir rövanşizm duygusunun belirleyici olmadığını gösteriyor. Tabii ki teknik olarak son teşebbüslerin önce yargılanıyor olması bir yandan o teşebbüsleri defetmek gibi bir aciliyete dayanıyor. Bunun anlaşılmayacak bir yanı olmasa gerek. Ayrıca, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı teşebbüsleriyle Ergenekon yapılanmaları zaten hem kadroları itibariyle hem de tarzları itibariyle büyük ölçüde 28 Şubat'la örtüşüyor.
28 Şubat'ın bugün yargılanacak hale gelmiş olması taşların gerçekten de yerine iyice konulmasının kaçınılmaz bir gereği. Artık askerin kendi işinden başka bir işe karışmadığı, o yüzden daha fazla güven veren bir güce sahip olmasını ve toplumla barışık olması getirir. Üniversitelerin gerçekten de üniversite olduğu, siyasetçinin de ülkenin beşeri ve mali kaynaklarının toplumun refahı, mutluluğu ve selameti için en verimli bir şekilde kullanılması yolunda bütün maharetini sergileyebildiği bir alan yerli yerinde dizilmiş taşların bir görüntüsüdür. Yargı da doğal olarak suçluları yargılamayı veya görevini ihmal veya ihlal etmiş olanları yargılarken hukukun ölçülerinde başka hiç bir ölçü tanımadığı bir noktaya gelmiş oluyor.
Düne kadar adaletin ne olduğunu, zulmün ne olduğunu bilmiyor değildik. Ancak adaletin tecellisi, biraz da adaletin bir güce sahip olmasıyla ilgilidir.
Adaletin bir gücü olmayınca gücü olanın dizdiği taşlar adalet diye yükselir, lakin bu da insanların vicdanına ve kalbine bir bıçak gibi saplanır.
Suçluların yargılanmasına intikam veya rövanşizm deniliyorsa, özlenen veya arzulanan, suçluların düzenidir. Bu da normalleştiğimiz şu günlerde marazi bir nostalji olarak kalır.