28 Şubat’ta Siyon’lar, Piyon’lar... İrtica, sadece bah
Eğer “adamına göre muamele” yoksa, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi’nde şartlar “hayli iyileşmiş” ve neredeyse “otel konforu”na ulaşmış görünüyor...
Baksanıza;
“28 Şubat soruşturması”nda gözaltına alınan emekli askerlere; Terörle Mücadele Şubesi’nin “nezarethanesi”nde geçirdikleri ilk gecede “üşümemeleri” için “ikişer battaniye” ile “ekmek, beyaz peynir, tereyağı, zeytin, reçel ve su”dan oluşan “mönü” sunulmuş...
Bu mönüden yiyemeyen Çevik Bir’e; “bisküvi” ile “süt” ikram edilmiş!.. Kendilerine sık sık da “çay servisi” yapılmış, iyi mi?
Dedim ya;
Şartlar çok değişmiş, iyileşmiş!..
13 yıl önce böyle miydi?!?..
“Kumanya” dediğin, “sandviç arası peynir”den ibaretti... O da, bazen “eksik” gelirdi... Ya da, “gözaltındakilere” verilir, meselâ “polislere” verilmezdi.
Derlerdi ki;
Polis, gitsin yemekhanede yesin!..
Gitsin, gitmesine de;
“Görev yeri”ni terk etmek yasak!..
O halde, nasıl gidecek?..
Yani; polislerin hem “yemekhane”ye gitmeleri yasaktı, hem de onlara “kumanya” gönderilmezdi... Aç kalırlardı!..
Bu şartlar altında, gel de o kumanyayı ye!.. Gel de, boğazından geçsin!..
Dedim ya;
1999 Kasım’ında böyleydi!..
Demek oluyor ki,
Aradan geçen 13 yılda, neredeyse “otel konforu”na ulaşılmış... Tabiî, “adamına göre muamele” yapmadılarsa!..
AĞAÇ KABUĞU GİBİ BATTANİYE!
Gelelim şu “battaniye” meselesine... “Çevik Bir ve yoldaşları”na, üşümemeleri için “ikişer battaniye” verilmiş!..
“Üşüdüklerine” dair bir haber gelmediğine göre, demek ki rahat bir gece geçirmişler.
Biz, öyle miydik?..
Arkadaşım Hasan Hüseyin Maden’le birlikte, bazı geceler üşümekten hiç uyuyamadık da, battaniye filân kâr etmedi!..
Çünkü, battaniye “battaniye” olmaktan çıkmış, “ter” veya “kir”den olsa gerek, büyük bir “ağaç kabuğu” gibi katılaşmıştı...
Örtünsen ne yazar?..
Vücudu sarmıyordu ki!..
Mübarek, sanki “battaniye” değil de, altında yatılan “çadır” gibiydi...
Neredeen, nereye?..
Şu “tecelli”ye bakar mısınız?..
Beni ve arkadaşım Hasan Hüseyin Maden’i 13 yıl önce o “nezarethane”ye sokan zihniyetin, bugün kendisi orada!..
O bodruma dün bizi attırmışlardı, bugün onları attılar!..
Demek oluyor ki;
“İlâhî âdalet” budur!..
Demek oluyor ki;
“Men dakka, dukka.”
Eden, bulur!..
Ne var ki;
Çevik Bir ve “darbedaş”ları, yine de bizden şanslı sayılırlar...
Bizler, “ağaç kabuğu” kadar sert “battaniye”ler altında tir tir titrerken, onlara “çift battaniye” verilmiş!..
Yumuşacık!..
Ört ki, uyuyayım!..
İRAN-SURİYE ATIŞMASI
Olayın “insanî” boyutunu burada bırakıp, gelelim “siyasî” boyutuna.
Çevik Bir ve “fos modern” arkadaşları tarafından gerçekleştirilen “darbe”de; dün de sorduğum gibi, “İsrail’in rolü” nedir?..
“İsrail” konusuna geçmeden önce, Çevik Bir ile merhum Muhsin Yazıcıoğlu arasında geçen “İran-Suriye atışması”ndan söz etmek istiyorum.
Hemen herkesin bildiği gibi;
Merhum Yazıcıoğlu; 28 Şubat sürecinde “iki önemli lâf” etmişti.
Demişti ki;
¥ “Namlusunu halka çevirmiş bir tanka asla selâm durmam!”
¥ “Türkiye’nin Suriye olmasına asla izin vermeyeceğiz!”
BBP Genel Başkan Yardımcısı Kaptan Kartal’dan bugün öğreniyoruz ki, o sözün bir hikâyesi varmış.
Meclis’te bulunan 7 milletvekili ile Refah-Yol’a destek veren BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu, 28 Şubat sürecinde dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir ile İstanbul’da bir etkinlikte bir araya gelmiş...
Gerisini, Yazıcıoğlu şöyle anlatmış:
“28 Şubat sürecinin en hareketli olduğu dönemde, İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Salonu’nda düzenlenen bir etkinliğe katıldım. Salona girdiğimde davetliler arasında yer alan Çevik Bir’i de gördüm. Protokoldeki yerimi aldığımda birisi yanıma yaklaştı ve ‘Bu notu size paşam gönderdi’ diyerek bir kâğıt uzattı.
Kâğıdın üzerinde ‘Türkiye’nin İran olmasına asla izin vermeyeceğiz’ yazıyordu. Hemen cebimden kalemi çıkarttım.
O notun altına aynen şunu yazdım.
‘Biz de Türkiye’nin Suriye olmasına izin vermeyeceğiz.’
Kâğıdı bir arkadaşımla tekrar Çevik Bir’e gönderdim.”
Bu “atışma”nın anlamı şudur:
Çevik Bir, mesaj gönderdiği merhum Yazıcıoğlu’na demek istiyor ki;
“Biz, bu iktidarı devireceğiz, sen de ayağını denk al!”
Merhum “Reis” de diyor ki;
“Sizler bu hükümeti darbeyle devirmeyi düşünebilirsiniz ama ben ve arkadaşlarım bu darbeye direnecek ve daima sivil iktidarın yanında olacağız!”
Nitekim;
Merhum Yazıcıoğlu, “Çevik Bir’in tehdidi”ne boyun eğmemiş, bunu da; 12 Haziran 1997 günü Başbakanlık’ta merhum Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller ile birlikte yaptıkları basın toplantısında, mezhepçi, antidemokratik, baskıcı bir zihniyetin ülkede darbe yapmasına müsaade etmeyeceklerini ve Çiller’in başbakanlığında kurulacak hükümete, bütün baskı ve dayatmalara karşı güvenoyu vereceklerini açıklayarak göstermişti.
ÇEVİK BİR’DEN İTİRAF
Olayın “Yazıcıoğlu boyutu” böyle...
Peki “Çevik Bir boyutu”na bakınca neler görünüyor?.. Tamam; “Türkiye İran olmasın” da, “ne” olsun?..
Çevik Bir, Türkiye’nin “ne” olmasını, “nerede” durmasını istiyordu acaba?..
Dünkü ve önceki günkü gazetelerde; Çevik Bir’in, 2002 yılında Middle East Quarterly adlı bir “ABD dergisi”ne yazdığı “makale”den pasajlar aktarılmıştı.
Gazetelere göre;
Çevik Bir, ABD dergisine yazdığı makalede, postmodern darbenin; aslında “irtica”ya karşı değil, “İsrail’le dostluğun sürmesi” için yapıldığını “itiraf” ediyordu.
Çevik Bir’in, Martin Sherman’la birlikte yazdığı “İstikrar için formül: Türkiye artı İsrail” başlıklı makalede; “Erbakan’ın Başbakan olmasıyla İsrail menfaatlerinin tehlikeye girdiği, bunun postmodern darbe ile bertaraf edildiği” anlatılıyor ve özetle deniliyordu ki;
“İsrail-Türk ticaret hacmi 1990’lar boyunca sürekli arttı. Bu bağlar, 1996 yılında Refah Partisi’nin iktidara gelişiyle yıprandı.
Erbakan’ın İsrail karşıtı söylemi, geleneksel Yahudi karşıtı motifler ve efsaneler ile dolu idi. Erbakan için, İsrail bir ‘ebedi düşman’ ve ‘Arap ve İslam dünyasının kalbinde bir kanser.’
Necmettin Erbakan, İsrail’le anlaşmaları dondurma sözü verdi. Laik Cumhuriyet’in mirasını korumakla yükümlü olan ordu, Erbakan’a açıkça şu mesajı verdi:
Koltuklarımızda öylece oturup, ülkenin yüzünü İslama dönmesini, İsrail-Türk askerî ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz.”
İRTİCA PALAVRASI
Yazı, özetle böyle...
Şimdi, söyleyin Allah aşkına;
Bu “darbe”nin,
“İrtica” neresinde?..
İrtica, sadece kılıf!.. Asıl hedef, “İsrail’in menfaatleri”ni korumak!..
Kim, ne derse desin;
Müslüm Gündüz’ler, Fadime Şahin’ler, Ali Kalkancı’lar, Emire Ersoy’lar, “tarikat önderleri”(!) ve “irticaî kalkışma”(!)ların hemen hepsi, birer “süs”ten, birer “sos”tan başka bir şey değildi!..
Onlar, “Siyon”un üzerine serpilmiş “piyon”lardı... Çevik Bir, bu argümanları sahneye çıkarmasaydı, “Erbakan’la mücadele”de başarıya ulaşamazdı...
Öyle ya; o zaman “İsrail ile yaşadığı flört” açığa çıkar ve “post”u deldirebilirdi!..
Uzun lâfın kısası;
Bu ülkeye “milyarlarca dolar zararı” olan “28 Şubat darbesi”nin sebebi, asla ve kat’a “irtica” değil, “İsrail’in menfaatleri”dir!..
Ne var ki;
Dün “İsrail’in menfaatleri”ni korumak için darbe yapan “Bir” adam, bugün kendi menfaatlerini korumaktan aciz!..
Ama, yine de şanslı...
15 yıl önce Sincan’da “tank” yürüttüren bir adam, bugün Terörle Mücadele Şubesi’nde “bank” üzerinde gecelese de, yine de şanslıdır.
Biz, “ağaç kabuğu” kadar sert ve katı battaniyelerin altında tir tir titrerken, onlar “yumuşacık iki battaniye” altında uyumuşlar...
Daha ne istiyorlar?..
“Darbeci”lere çok bile!..
Bir de, “Rövanş” diyorlar!..
Bu mu rövanş?..
Nuh Mete adaleti!
Sabah gazetesinin eski sahibi Dinç Bilgin; gazetenin 28 Şubat sürecindeki yayın çizgisi ile ilgili “itiraf”larına devam ediyor... Kabul etmek gerekir ki, bu konuda ilk dürüstlüğü sergileyen Dinç Bilgin oldu... Yıllar önce söylemişti “yanlış” yaptıklarını!.. Yıllar önce söylemişti “uydurma haberler” yayınladıklarını!..
Peki, niye?.. “O zaman asker güçlüydü” diyor; “Silahı vardı, tankı vardı, topu vardı!.. Gel de, bunlara diren!..”
Devam ediyor Dinç Bilgin: “O dönemde askerin en büyük müttefiki yargı idi.. Ve benim; yargı ve askeriye ile mücadele edecek gücüm yoktu... Bunlara karşı çıkanın gideceği yer, Nuh Mete Yüksel veya Sabih Kanadoğlu’nun karşısı olurdu!.. O zamanın savcılarını, yargısını bir düşünün!.. Sabih Kanadoğlu’nun ve Nuh Mete Yüksel’in yargısına karşı ne yapabilirdi basın?”
Ne yapabilirdi bilmem... Ama ben, Kasım 1999’da “dik” durdum ve “Çete-Mete tezgâhı”nı boşa çıkardım... Nuh Mete, beni de “tutuklattırmak” istemişti ama başaramadı... Çünkü ben; “bağımsız, bağlantısız ve güdümsüz” bir adamdım...
Bugün, ben “hâlâ özgür”üm...
Peki, Nuh Mete; benim kadar özgür, benim kadar rahat mı?..
Dinç Bilgin’in bunları bilmesini istedim.