Baklava Çalan Çocuklara Hapis, Sahte Bal Satanlara Gülünç ceza!...
Gıda maddelerinin, meşrubatın denetiminin sadece bakanlığa ait olduğu, belediyelerin buna karışamayacağı iddiası ve bahanesi kocaman bir yalandan ve geçersiz bir bahaneden ibarettir.
Gıda maddelerini ve meşrubatı denetlemek öncelikle belediyelerin vazifesidir. Bu konuda çok açık ve seçik kanunlar bulunmaktadır. Kuracaklar tahlil laboratuarları, gece gündüz fabrikaları, atölyeleri, marketleri denetleyeceklerdir.
Bu vazifelerini yapmazlarsa vazifelerini ihmal etmiş ve halka karşı ağır suç işlemiş olurlar.
Halkın güvenini yitirirler, Hakk'ın gazabına uğrarlar.
Şu gülünç haberlere bakınız:
Sahte balcılar teşhir edilmiş.
Etiketinde yüzde yüz dana etinden üretilmiştir yazılı tavuklu sucuk üreten on firma teşhir edilmiş...
Sahte bal satanlar teşhirden korkar mı?
Bunların hemen tutuklanmaları gerekir.
Ağır cezalara çarptırılmaları gerekir.
Hattâ mallarına el konulması gerekir.
Yirmi sene kadar evvel şeftali isterim diye ağlayan küçük kardeşi için manavdan bir tek şeftali çalan fakir bir abla tutuklanmış ve cezaevine konulmuştu. Çok iyi hatırlıyorum, birkaç gün sonra bayram olmuştu da ailesi kızlarını ziyaret için hapishaneye gitmişti.
Yine birkaç dilim baklava çalan çocukların hapse atıldığını unutmadık.
Bir devlet büyüğüne yumurta atan çocukları ne yaptılar? Yakalayıp hapse attılar. Halkı zehirleyen bal, sucuk, peynir ve daha bin çeşit madde sahtekarlarının bir tek şeftali, birkaç dilim baklava çalan , bir iki yumurta fırlatan çocuklar kadar suçu yok mu?
Sahte ballardan milyon kazananlardan sekiz yüz lira ceza almışlar ve teşhir etmişler... Güler misin, ağlar mısın?
Böyle hukuk olmaz, böyle adalet olmaz, böyle ceza olmaz.
Sahtekarlık sadece ballarda mı, sucuklarda mı, peynirlerde mi?.. Hayır hayır, her şeyde sahtekarlık ve hilekarlık yapılıyor.
Devletin, ilgili bakanlığın, bütün belediyelerin ilk vazifesi halkın temel gıdası olan ekmekleri kontrol etmektir.
Marketten aldığınız simsiyah zeytinin boyalı olup olmadığı konusunda yemin edebilir misiniz?
Siz tahlil yapamazsınız, sizin laboratuarınız yoktur. Bu vazife bakanlığa ve belediyelere aittir.
Parça halindeki etlere yüzde 15 ile yüzde 25 nispetinde su ilave eden makineler varmış. Bundan haberiniz var mı?
Ya merdivenaltında üretilen bitkisel zayıflama, güzelleşme, saç bitirme, bel inceltme, gençleştirme, şehveti artırma sihirli ilaçları ne olacak? Bunları kim kontrol edecek?
Sahte, zararlı gıda maddeleri ve meşrubat konusunda medya da vazifesini tam yapmıyor.
Bu konuda mırıltılarla, zayıf şikayetlerle bir şey olmaz.
Manşetlerden 130 desibel şiddetinde haykıracak, bağırıp çağıracaksınız ki sağır kulaklar, sağır vicdanlar duysun.
Sayın ilgililer, sayın sorumlular, sayın vazifeliler, sayın bakanlıklar, sayın belediyeler. Başınızı yukarıya kaldırın da size nanik yapan sahtekârları görün.
Halkı korumayanlara yazıklar olsun!
Bir kenarcıkta sergi açıp üç beş lira kazanmaya çalışan seyyarları motorize ekiplerle perişan eden sayın belediyelerimiz niçin sahtekarları aynı motorize kuvvetlerle püskürtmüyor?
Niçin niçin niçin?
* (İkinci yazı)
Samatya Yedikule Mevlânakapı
Samatya ile Yedikule arasında yıkık dökük surlara paralel, bir tarafında evler, bahçeler, arsalar olan, öteki tarafından deniz görünen Narlıkapı sokağını sever, yılda bir kez gider gezerim.
Geçen hafta oradaydım. Belediye asfalt döküyordu, biraz katran dumanı yuttum. Sokak boyunca yürürken küçük bahçesinden etrafa bakan orta yaşlı bir hanım gördüm, sokakla ilgili bir şey sordum. Türkçeyi İstanbullu bir Rum aksanıyla konuşuyordu. Ben sizi bir yerden tanıyorum ama dedi. Kendimi tanıttım. Ayak üstü biraz yarenlik ettik. Size bir kahve yapayım, yorgunluk atarsınız dedi...
Bu teklifine son derece memnun oldum ama kabul etmedim.
Düşünebiliyor musunuz? Yoldan geçerken bir şey soran birine kahve ikram etmek istiyor. İstanbul kültürü...
Demiryolu köprüsünün altından Yedikule tarafına geçtim. Geçen sene üzerinde satılık levhası olan harap bir ev, eski şekliyle restore edilmişti. Ne kadar güzel görünüyordu.
Ara sokakları dolaştım. Eski evlerin bir kısmı duruyordu. Türk evleri, Rum evleri...
Yedikule surlardaki kapıdan içeriye girerken solda, İstanbulun ikinci en dar binası vardır. Sefertası gibi. Ona kimbilir kaçıncı defa bir göz attım.. (Birinci dar bina Aksaray meydanındadır.)
Surlara paralel yoldan Belediyenin sosyal tesislerinin bahçesinde çay içtim.
Ara sokaklardan Silivrikapı'ya, oradan Mevlanakapı'ya geçtim. Yolumun üzerindeki eski camilere, çeşmelere, kitabelerindeki hatlara baktım.
Bir yerde birkaç dönüm bostan içinde püf denilse yıkılacak eski bir konak harabesi var. Onun sağlam zamanlarını hatırlıyorum. Zenginlerden biri orayı satın alsa ve kendisine harika bahçe içinde şahane bir konak yaptırsa ne güzel olur. Aklı olanın parası yok, parası olanın aklı yok... Her neyse.
Mevlanakapı'da üç antikacı vardır. İsmini unuttum, müze memurluğundan emekli olanın dükkanından hayli eski bir Fransız porselen meyve tabağı, iki yine porselen kapaklı Çin kasesi aldım. Bir de, Kelime-i Tevhid'in tuğra şeklinde yazılmış olduğu eski bir hattın fotoğrafını. Dükkan sahibi Divriği Ulucami kapısının eski bir fotoğrafını hediye olarak verdi.
Yedikule surlarının arka tarafından geçerken, köpek barınağını gördüm. Zavallı hayvanlar... Kimisi açıkta, kimisi kafeste... Bakanlardan, yardımcı olanlardan Allah razı olsun.
Eski İstanbul mahalleleri ruhunu yitirmiş gibi görünüyor bana.
Yedikule yaşanabilir bir semt... Surlara paralel çok güzel apartmanlar yapılmış. Apartman dairesinde oturmayı sevmiyorum, sevemedim... İmkanım olsa, damı başıma yıkılmayacak bahçeli bir eski ev alır, orada otururum. Eve tırmanan mor salkım, hanımeli, gül olmalı. Kuyusu bulunmalı. İyi havalarda ikindi çayımı kameriyenin altında içerim . Üst katından deniz görülürse ne iyi olur.
Eski evlerin taşlıktan üst kata çıkaran merdivenleri gıcırdar... Odalarda yüklük olur. Bazısının üst katı cihannümadır. Duvarlarına, tahtalarına, kapılarına, pencerelerine eski sakinlerinin ruhlarından bir koku sinmiştir sanki. Tek başına olsanız da yalnızlık hissetmezsiniz.
Bu devirde insanlar ancak evlerinde hür olabilir. Hür olabilmek için de kişide hürriyete istidat (yatkınlık) olması gerekir.
Hava latif, bahçede semâver, üzerindeki Çin porseleni demlikte Yunnan çayı. Portakal kabuklu Şam kurabiyesi ve üç ahbap. Siyasetten bahs etmiyorsunuz. Siyaset konuşulursa çay acır, bozulur.
Edebiyat, tarih, sanat, hüsnühat, tasavvuf, ilim irfan, menakıp konuşuluyor. Karşıdaki ağaçta kargalar sizi hayretle dinliyor. Ürkek bir serçe, yere attığınız kırıntıları yiyor. Yürürken karıncaları ezmemeye çalışıyorsunuz.
Zaman duruyor, yüz küsur sene evveline, Sultan Abdülhamid devrine gidiyorsunuz. Denizde yandan çarklı buharlı gemiler, beyaz yelkenliler görür gibisiniz. Şimdi yerinde yeller esen tekkeden zikir sesleri geliyor. Müezzin minareye çıkmış ezan okuyor. Rasttan mı okuyor?.. Zaman içinde yolculuk yapabilmek için, merdivenin yedinci basamağı gıcırdayan eski bir evde oturmak gerek. Yeni beton binaların beşinci boyutu yok, ruhu yok.