Çocuğun Adını Nergis Koyalım Ve "Şto te nema?"
1994 yılının bahar ayları idi. Güzelim Bursa’dan ayrılıp benim için meçhullerle dolu bir şehir olan Van’a, Van’daki üniversiteye gitme hazırlıkları yaparken, eşim de ikinci hamileliğini yaşıyordu. Ailemiz için zor günlerdi; özellikle de eşim için. Ben ne kadar süreceği belli olmayan, nasıl olacağı bilinmeyen bir yolculuğa -memleketi kurtarmak üzere!- çıkıyordum, 11 yaşındaki oğlum ergenlik çağını (malum tezahürleriyle) yaşıyordu, ticari işler (eczane işleri) her zaman olduğu gibi problemli idi... Ve bütün bunların üstüne bir de hamilelik!..
Sağ olsun, her şeye rağmen sıkıntılarını yansıtmadı bize; olabildiğince metanetli ve rahat göründü hep. O’ndan “Niye gidiyorsun?, Memleketi sen mi kurtaracaksın, Ne olacak bizim halimiz?” gibi herhangi bir cümle duymadım hiç.
Bir akşam, Çekirge semtindeki evimizin Bursa Ovasına bakan balkonunda aniden boşalıverdi gözyaşları, içinde esir tuttuğu duygularıyla birlikte. Ve dudaklarından şu sözcükler döküldü: “Çocuğumuz kız olursa, adını ‘Nergis’ koyalım!”
Şaşırmıştım. Tamam, sakladığı duygular öyle ya da böyle bir yerde taşacaktı da böyle bir atmosferde, bu anda, doğacak çocuğumuzun adını niçin telaffuz etmişti ki?.. Konusu geçmemişti, zamanı değildi. Hem neden başka bir isim değil de “Nergis”?
Üstüne varmadım; bir şey sormadım, soramadım. Aslında ben de etkilenmiştim tabii. Biraz beklemek iyi olacaktı… Öyle de oldu; bir müddet sonra sakinleşti. Gözyaşlarını sildi ve birkaç defa iç geçirdikten sonra anlatmaya başladı… Çok sevdiği bir arkadaşı o akşam intihar etmişti. Başka bir arkadaşı, söylemişti kendisine bunu telefonda, biraz önce.
Aslında bu tür haberlere çok da fazla tepki vermezdi eşim, pek belli etmezdi hislerini. O’nu asıl yaralayan, sanırım arkadaşının hayat hikâyesi idi… Arkadaşı Priştine’li (Eski Yugoslavya’nın küçük bir kenti, şimdiki Kosova Cumhuriyeti’nin başkenti) idi. Mahalleleri, Sırp askerleri ve paramiliter kuvvetlerince basılınca can havliyle kaçmış ve Bursa’daki akrabalarının yanına sığınmıştı. Ailesi orada kalmıştı, kaçamamışlardı. Kaçamamış, kurtulamamışlardı. Sırp canavarlar pek çok Priştine’li gibi O’nun da annesini, babasını, kardeşini ve bazı akrabalarını katletmişlerdi.
Kendi cesedi (O’nun kullandığı bir tabir idi bu) burada, Bursa’da emniyetteydi ama ruhu Priştine’de idi ve annesi, babası, kardeşi ile beraber çoktan ölmüştü. Psikolojik bunalımlar yaşıyordu. Gittiği doktorlar, kullandığı ilaçlar fayda etmemişti. Daha önce de birkaç kez intihar etmeyi denemişti ama olmamıştı. Ama o akşamki teşebbüsü başarılı olmuş(!), annesine, babasına sevdiklerine kavuşmuştu. Kendini dördüncü kattan atarken ne düşünmüştü, ne hissetmişti bilemiyoruz tabii. Ölüme giderken;
“Her aşk incelip incelip vadesi dolunca kopuyor
Bitince bile bir nergis kadar güzel kokuyor” dizelerini mi söylüyordu, kim bilir?
Evet, bütün bunları bilmiyoruz ama bildiğimiz bir şey var: Bugün artık genç bir insan olan kızım O’nun adını taşıyor: “Nergis”… Biz “her çağırışta içimize hüzün dolmasın, bir millete karşı kin tutmuş olmayalım, bu iş nesilden nesile geçmesin” diye O’na bir de “Ayşe” ilave ettik ve Nüfus cüzdanını o şekilde çıkardık. Tıpkı Bilge Kral Alija İzzetbegoviç’in dediği gibi:
"Kin ve intikam peşinde koşmayın ama yapılanları asla unutmayın."
Yaklaşık bir yıl sonraydı. Bursa’ya izne gelmiştim. Akşam vakti, yine aynı evde, aynı balkonda oturuyordum. Manzara güzeldi; İzmir yolunu aydınlatan ışıkların görünümü, Nilüfer semtindeki korunun silüeti, henüz tam kararmamış olan ufkun kızıllığı… Salondaki TV Açıktı. İki günlüğüne geldiğim Bursa’da bu manzaranın keyfini kaçırmak istemiyordum ama bir kulağım da televizyondaydı.
O sıralarda Bosna’dan hiç de iyi haberler gelmiyordu. Ağırlıklı olarak Sırplardan oluşan Yugoslav Halk Ordusu adı altında silahlanmış (aslında çoğu ordu mensubu) katiller Müslüman avına çıkmış, çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek demeden ele geçirdikleri herkesi öldürüyorlardı. “İnşallah bu akşam kötü bir haber yoktur” diye içimden geçirirken Srebranica’da yaşanan ölümlere, tecavüzlere dair cümleler işittim spikerin ağzından, ses efektiyle beraber. TV başına koştum.
Durum gerçekten vahimdi. Görüntüler dayanılacak gibi değildi. Kapattım TV’yi. Hep yanı başımda duran ama ancak zaman zaman elime al(alabil)diğim Ney’imi dudaklarıma götürdüm. Gözlerimi kapadım ve öylesine üflemeye başladım… Eşim ney sesini duymuş ve galiba komşuları rahatsız etmemem için uyarmak üzere yanıma gelmişti. Ama melodiyi duyunca havayı bozmak istemedi. Geldiğini duymamıştım. Aslında ne çaldığımı (üflediğimi) da bilmiyordum ama duygularım nota olmuştu sanki o an. Çok içtendi, çok hüzünlüydü, çok derindi: Ağıt gibi bir şey… Galiba “doğaçlama” dedikleri buydu; o an geliyor. O an geliyor ve bir daha da gelmiyor. Bende de öyle oldu. Daha sonra bir çok kez hatırlamaya çalıştım, aynı ezgiyi çıkarmaya çalıştım ama…
Evet, bugünler Bosna işgalinin 20. ve Srebrenica Soykırımı'nın da 17. yılı. Priştine’de, Nergis’in ailesinin katledildiğinden bu yana ise muhtemelen 19 yıl geçti.
Bosna-Hersek'in genelinde hemen her yıl yeni toplu mezarlar keşfediliyor. Son açıklanan rakamlar; 1992-95 yılları arasında 200 000’e yakın insanın (kahir çoğunluğu Müslüman) öldürüldüğü (şehit edildiği) şeklinde. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi (Lahey Adalet Divanı) 2007'de bu katliamları "Soykırım" olarak kabul etti.
Bütün bunlar uygar dünyanın gözleri önünde oldu. Uluslararası camia olaylara çok ama çok geç müdahil oldu. İslam dünyası, her zaman olduğu gibi yeterli bir çaba sarf etmedi. O zaman ki Türkiye’nin gayretleri ise insanları hayatta tutmaya, soykırımı önlemeye yetmedi.
Bugün daha güçlü bir Türkiye var. Ekonomisiyle, siyasi istikrarıyla, yerini bilen-kendi asli görevine dönen Ordu’suyla… Ve giderek güçlenen STK’larıyla, yetişmiş insanıyla, insan hakları ve özgürlülerini savunan yazarlarıyla, Nobel ödülü alan edebiyatçılarıyla…
Değerli yazar Süleyman Gündüz’ün 8 Temmuz’daki yazısından öğrendiğimize göre, Türkiye'de öğrenim gören Boşnak öğrencilerin oluşturduğu “Genç Boşnaklar Derneği” “11 Temmuz 2012 Çarşamba günü, Taksim'de Srebrenica soykırımını anma günü” düzenliyorlar. Program saat 12.00 dan 20.00'e kadar sürecek.
Etkinliğin adı:
"Şto te nema?" Yani "Niye yoksun?" dur.
Bakalım bu yürüyüş ve Adalet divanından tescilli soykırım, 1915 olaylarına dair Ermeni iddialarını “soykırım” olarak kabul eden ya da en azından halk olarak öz kardeş gibi yaşadığımız Kürtlere “soykırım yapılıyor” demeye getiren özgürlükçülerimizin ve “Adriyatikten Çin Seddine kadar olan bütün coğrafya ve milletler hinterlantımızdır” diyen devletimizin ne kadar ilgisini çekecek? …
Ve bizler, bugünün güçlü Türkiye’sinin üyeleri olarak hepimiz; o günlerin hatırasını yaşatabilecek; Nergis’in adını Nüfus defterine yazdırdığımız gibi tarih kütüğüne yazdırabilecek etkinliği gösterebilecek miyiz?
Başta Alija İzzetbegoviç olmak üzere bütün Bosna şehitlerinin ruhları şad mekânları cennet olsun İnşallah. Amin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.