Gelin, şu Kürt meselesini şöylece çözelim (1)
Leyla Zana Kürt sorununu Erdoğan çözer; yerel yönetimleri güçlendirmek, Kürtçe eğitim hakkı, Anayasal güvence sorunu ortadan kaldırır diyor (Karayılan da buna benzer şeyler söylüyor!) Yani demokratik çerçeve içerisinde, siyasi kanalları işleterek, silaha başvurmadan çözüm var, olabilir demeye getiriyor.
Barış kelimesi bizatihi telaffuz edilmemiş olsa da ve hatta bu sözler sadece bir söylem olarak görülse de içerdiği manada inkâr edilemez bir barış dileği ve buna silahsız olarak ulaşmak düşüncesi var. Kürt meselesindeki içinde bulunduğumuz kısır döngü göz önüne alındığında, buradaki pozitif bakışı yadsımak mümkün değil.
Bazıları inandırıcı bulmayabilir ama unutmayalım Zananın bu sözlerine kendi partisi içinden de şiddetli tepkiler oldu. Adeta sarsıldı BDP. Kanımca bu bile onun samimi olduğunun bir göstergesidir, inanmak lazım. Eğer bunların tamamına senaryo dersek, o zaman bu paranoyaya kadar gidebilen patolojik bir kuşkuculuk olur ki çözüm için ileri sürülecek her girişimi yutar, barışa açılacak tüm kapıları baştan kapatır. Kısaca Zananın dili barışın dili.
Bir diğer BDP milletvekili Aysel Tuğluk ise Erdoğan çözemez kehanetinde bulunurken genel başkanları Selahattin Demirtaş Ak Partiye inanmak saflıktır, Ne Kürtler PKKdan ne Türkler Ak Partiden barış beklemesin incisini yuvarlıyor. Kullandığı ifadede sözde bir barış kelimesi var ama bunu öylesine ulaşılamayacak bir menzile konuyor ki adeta cehennem çukurlarına atılıyor; var varabilirsen, çıkar çıkarabilirsen. Yani ortada, bir iyi niyet söz konusu değil. Çözüme yönelik herhangi düşünce, bir kuram yok. Dahası birazcık ümidi olanları, bu konuda risk alıp çaba sarf edenleri de karamsarlığa düşürüyor. Bu da kısaca savaşın dili.
Amaçları Kürt Coğrafyası (bu tabirin o giriftlik içerisinde siyasi sınırları olan bir anlam ifade etmesi mümkün değil olsa olsa silik bir tarihi-etno-sosyal manası olabilir ki bununla buraları nasıl sahipleniyorlar anlamak mümkün değil, zira mezata konsa sürüyle ortakları çıkacaktır, eminim) diye tanımladıkları bölgenin yönetimini, fiili bir silahlı mücadeleyle ya da onun gölgesinde ele geçirmek!..
İki taraf çarpışacak, insanlar ölecek, kanlar akacak, maddi kaynaklarımızın çoğu da, binlerce insan açlık sınırında yaşadığı o coğrafyanın dağında taşında feda edilecek. Ve her ne olursa olsun Kürt halkının silahlı gücü(!), yani PKK silah bırakmayacak. Barışa ancak, ya devletin bu durumu kabullenmesi ve tırsması ya da silahlı güçleri Türk askerini ve bütünüyle Türkiyeyi alt etmesi halinde varılacak!?..
Neresinden bakarsanız bakın hezeyanlarla dolu, her zerresi nobran olan bir ruh hali. Yazık. Yazık ki yaşananlardan hiç ders alınmamış, kaybedilen bunca değerden eksiklik duyulmamış.
Bütün bu cümleler endişeyle karşılanabilir ve hepsi için de bu insanlara ne kadar inanılır? Gerçekten söz sahibi midirler? Konuşulanların gereğini yerine getirebilirler mi? vb. sorular sorulabilir. Ama unutmayalım bu işte, eğer kaba olarak iki tarafın var olduğunu kabul ediyorsak ki bunu inkâr etmek artık hiç de gerçekçi değildir, onların da Erdoğan, Hükümet ve diğer unsurlarıyla devlet hakkında aynı endişeleri taşıyabileceklerini düşünmek gerekiyor.
Herkesin ağzı var konuşur, buna bir şey diyemeyiz elbette. Ama bu, ancak insanların kendi hesabına konuşması, kendi hukuk dairesi içerisinde kalması kaydıyla geçerli olan bir kuraldır. Mesela siyasi kimliğe sahip olsa dahi bir insan, Demirtaşın konuştuğu gibi başkalarının temsil ettiği insanlar adına konuşamaz, onları bağlayıcı hükümler veremez. Onlar adına söz hakkı ancak kendi temsilcilerinindir. Demirtaşa düşen ise sadece, temsil ettiğini düşündüğü ya da sözcüsü olduğunu var saydığı kitle adına konuşmaktır. Yani kullandığı cümlenin yarısıdır: Kürtler PKKdan barış beklemesin. Türkler adına konuşamaz, onların beklentilerini dillendiremez ya da yok sayamaz. Onlar Erdoğandan ya da bir başkasından bir şeyler beklerlerse, mesela barış umarsa bunun Demirtaşa değen tarafı ne ki?
Hükümete düşene gelince
Hükümet ya da Ak Parti deyince aslında Erdoğan demek yeterli olacaktır kanımca. Şimdi, bunu özellikle Sayın Başbakan için kullanılmış bir nakize olarak algılayanlar, yorumlayanlar olacaktır; ama öyle değil.
Hepimizin bildiği bir atasözü vardır; Eğri oturalım doğru konuşalım diye. Bu yaşıma geldim doğrusu ben bu sözü tam olarak anlamış değilim. Niye doğru konuşmak için ille de eğri oturmak durumunda olalım ki?.. Belki de eğri otursak dahi doğru konuşalım anlamında kullanılıyordur, her neyse. Ama ben şimdi O sözü değiştirelim; doğru oturalım doğru konuşalım diyeceğim ve konuyu öylece işleyeceğim.
Şunu söylemekten çekinmemek lazım: Bugünkü siyasi partilerde, liderin izni olmadan söz söylemek ya da onun düşüncesine ters düşebilecek herhangi bir cümle sarf etmek mümkün değildir. Anında cevabı verilir ve cezası kesilir. Zananın sözlerini değerlendirirken bunu da unutmamak gerekiyor. Üstelik onun başınki bir tane de değil; İmralı var, Kandil var, zehir gibi bir grup başkanları var(bugünlerde galiba istifa etti!), iki eş başkan var. Hulasa var oğlu var.
Şimdi, sözü fazla uzatmadan, lafı da eğip bükmeden, önce meselenin asıl kaynağını gösterelim, arkasından çözüm önerilerini sunalım, sonrasında da bu düşüncelerimizi temellendirmeye çalışalım.
Öncelikle mevcut Anayasamızda, konumuzu ilgilendiren birkaç maddeye göz atalım:
T.C. Anayasası (18. 10. 1982)
Başlangıç (Değişik: 23.7.1995-4121/1 md.)
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan
(Bu Anayasa)
demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.
Madde 3
Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Madde 5
Devletin temel amaç ve görevleri; Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü
Madde 6
Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları
Madde 66
Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. (Son cümle mülga: 3.10.2001-4709/23 md.)
Madde 70
Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir.
Sanırım başkaca örnek vermeye gerek yoktur. Zaten çok fazla işin içine girmemiz doğru da olmaz; ben bir hukukçu, bir Anayasa profesörü değilim çünkü. Ama şimdi bu ülkenin mutat vatandaşlarından biri olarak bir an için kendimizi Türk değil de başka bir kimlikle (Kürt ya da bu ülkenin vatandaşı diğer etnik gruplar) niteleyen insanlardan biriymiş gibi kabul edelim ve elimizi vicdanımıza koyarak bu hükümleri değerlendirmeye çalışalım.
Soru şu: Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak babında, sadakat yemini ettiğimiz ve dolayısıyla uymak zorunda olduğumuz Anayasanın bu hükümlerini okuyunca ne hissederiz, ne düşünürüz, ne anlarız?
Kısmetse haftaya devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.