Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Gazze’den Arakan’a

Gazze’den Arakan’a

Dün Gazze (hâlâ özgürleşmiş değil maalesef), bugün Suriye, Arakan, v.s...

İslâm coğrafyası sancılı: Aslına bakarsanız Osmanlı’nın vaktiyle hâkim olup sonradan çekilmek zorunda kaldığı tüm coğrafya huzursuz...
Anlaşılan, Osmanlı’nın sünnet ekseni üstünde inşa ettiği “Sünnet Medeniyeti”, hangi milliyetten, dinden, dilden, renkten olursa olsun, yönetimi altındaki insanlara huzur ve mutluluk getiriyordu.
Çünkü “insan insanın kurdu” değil, “yardımcı”sıydı. Kurduğu vakıf sistemi ve sair yardımlaşma müesseseleri sayesinde, hiçbir ayırım gözetmeksizin insanlara yardım eli uzatıyordu. Garip-gurabayı, fakir fukarayı dilenmek zorunda bırakmıyordu.
Meşhur Fransız gezginlerden A. De. La Motraye şöyle diyor: “Bütün Türkiye ile Tataristan’da (Kırım’da) dilencinin yahut dilenciliği meslek edinmiş fukaranın ne olduğu bile malum değildir.” (Voyages en Europe, Asie et Afrique, La Haye, 1727, c.1, s. 263).
Ceddimiz, yardımlaşmayı gönüllü bir hayır olmaktan çıkarıp âdeta mecburiyete ve mükellefiyete dönüştürmüştü.
Müslüman için zekât mecburi bir hayırdır, çünkü farzdır. Ama sadaka öyle değildir. Ceddimiz “sadaka” kültürünü hem sistematik hale getirmiş, hem alabildiğine yaygınlaştırmış ve toplumsal hayatın tüm unsurlarına hâkim bir öge yapmıştı...
O kadar ki, neredeyse toplumda fakir insan kalmamıştı.
İşte bu yüzden Batılı gezginlerden pek çoğu, “Osmanlı toplumunda dilenci yoktur” diyerek yardımlaşma ahlâkının, daha doğru bir deyişle “infak medeniyeti”nin yardımsever insanlarını övmek zorunda kalmışlardı.
Bu yaklaşımın özünde, insanın değerini bilme anlayışı vardı. Bunun da kaynağı ayet ve hadislerdi. Osmanlı, Müslümanlığı ölçüsünde fakirlere yardım ediyor, tabir yerindeyse, fakirlerle servetini tereddütsüz paylaşıyordu...
Elindeki her kuruşta fukaranın hissesi olduğunu düşünüyor, “O da çalışsın efendim, ben çalışırken yanımda mıydı” türünden kaçamakları aklına bile getirmiyordu.
Çünkü eski insanımızın özü de Müslümandı. İnsanı “eşref-i mahlükat” olarak algılıyordu. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibi içinde hayırda yarışıyor, bu ulvi ve külli yarışın sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getiriyordu.
Bu konuda öylesine ayrıntıya girmişti ki, bugünün insanının aklının almayacağı konularda bile vakıf müesseseleri vücuda getirmişti.
Bunlardan biri de “Çocukları gezdirme vakfı”dır (bu vakıf, sokağa düşecek her çocuğun topluma maliyetinin yüksek olacağının bilinci içinde, kimsesiz çocukların gönüllüler tarafından haftanın muayyen günlerinde şehirde gezdirilmelerini ve eğlendirilmelerini sağlıyor, sokak çocuğunu toplumla barıştırıyordu)...
İkincisi, “Çocuklara meyve yedirme vakfı”dır (bu vakıf, her Cuma günü kimsesiz çocukları alır, daha önce anlaştığı zengin evlerine götürür, zenginlerle birlikte yeyip içmelerini sağlardı)...
Üçüncüsü, “Hizmetkârların kırdığı eşyaları tazmin etme vakfı”dır (bu vakıf, zengin evlerinde çalışan hizmetkârların kırdığı eşyaların bedelini öder, bu yüzden hizmetkârların eziyet görmesini engellerdi)...
Dördüncüsü, “Dağda aç kalmış kurtları doyurma vakfı”dır (kurtların bile hayat hakkına saygı duyan ecdat, ağır kış şartlarında kurtların açlıktan telef olmamaları için tedbir alır, dağ başlarına et bırakırdı)...
İşte o yüzden Avrupalılar, “Osmanlı mülkünde, kurtlar bile açlıktan ölmez” derlerdi.
Bu yapımızı derinden idrak etmemizi gerektiren günlerdeyiz. Çünkü aylardan ramazan... Ve Arakan’lı kardeşlerimiz hem aç, hem de putperest çetecilerin ölüm tehdidi altında...
Osmanlı torunu olarak bu derin acıyı yüreklerimizde hissedip gereğini yapmamız lâzım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi