Önce İnsan Yetişir
Her dava için böyledir. Başarısı için önce insanını yetiştirmek gerekir. İlam için de sünnetullah değişmez. İslam davasında da önce onun insanı yetişir, sonra dava başarıya erer Allahın izniyle.
Bazıları sabırsızdır, fevridir, acelecidir, erken hareket eder. Siz de onun konuşmalarına bakar, kahraman sanırsınız. Belki de öyledir. Ama yanlış yaptığı kesindir.
Akif merhum yapılacaklar konusunda ne güzel söyler:
Allaha dayan, saye sarıl, hükmüne râm ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka yol.
Bunun yanına bir ekleme yapalım, evet, yapılacak budur, ama belli bir sayıya ve güce erişmeden kıyama kalkmamalıdır. O zamana kadar sabır, yani her türlü olumsuzluğu göğüsleyerek davayı öğrenme, yaşama ve tebliğ etmede dayanma, direnme ve devam etmedir.
Bazı insanlar tezcanlıdır ve hamasi söylem ve eylemlerle hem kendilerini, hem de insanlarını yersiz, yararsız tehlikeye atarlar. Üstelik doğru yapanları da pasiflikle itham ederek ihtilaflara sebep olurlar.
Bunların en haklı gibi oldukları zemin de düşmanlarının dava arkadaşlarına ve kendilerine yaptıkları işkencelerdir. Onlara göre buna katlanmak zillettir ve davalarına yakışmaz.
Elbette işkence bir insanlık suçudur ve insan onuruna yakışmaz. Asla kabullenilemez. Ama bir gerçeği de göz ardı edemeyiz. O da şudur: İşkence görmenin çok derin bir hikmeti vardır ve tevhit mücadelesinde vazgeçilmez bir metottur.
Aslında sünnetullahta vazgeçilmez olan imtihandır. Allah Teâlânın iman edenleri denemesi, sınaması, imtihana tabi tutmasıdır.
Ne diye?
Ta ki doğru olan yalancıdan, kaliteli olan da ehvenden ayrılsın, mirasyedi ile çalışıp kazanan belli olsun diye. Bunun sonucu kaliteli mümin ve tüm değerlerini içine sindirmiş bir İslam toplumudur. Bunun için önce bir iki örnek daha görelim:
İşkenceye uğrayan müslümanlardan biri de Habbab b. Eret'tir. Tarihçilerin bildirdiğine göre Habbab, Sevâdî'dir. Yani Irak'ın Sevâd bölgesinden birisidir. Bir gün, Rabia kavminden bir topluluk, onun bulunduğu bölgeye baskın yapıp Habbab'ı esir aldılar ve onu Hicaz'a getirip sattılar. Habbab, Zühre oğullarının anlaşmalısı olan Huzâa'lı Sibâ b. Abdi'l-Uzza'ya düşmüştü. Esir düşünce, Ümmü Enmâr'ın eline geçmiştir, o da âzad etmiştir. Arapça'yı iyi konuşamadığı için "Eret, yani tutuk ismi verilmiştir. Belâzürî'nin Kerdüs'tan naklettiğine göre, Habbab, altının altıncısı olarak müslüman olmuştur. Ne şeref değil mi?
Yine Belâzürî, Şa'bî'nin şöyle dediğini rivayet eder: Bazı Müslümanlar, işkence gördüklerinde, müşriklerin istedikleri sözleri sarf ettiler. Yalnız Habbab b. Eret hariç. Onun sırtını kızgın taşa yapıştırıyorlar, vücudunun yağı gidinceye kadar öylece durduruyorlardı.
Bir gün Habbab b. Eret, Hz, Ömer'in halifeliği sırasında huzuruna girdi. Hz. Ömer, onu yanına yaklaştırıp yerine oturttu.
- "Yeryüzünde şu meclise, bundan daha lâyık ve müstahak olan, ancak bir adam vardır!" dedi. Habbab b. Eret:
- "Ey müminlerin emiri! Kimdir o?" diye sordu. Hz. Ömer:
- "Bilâl'dır!" dedi. (Şa'bî'nin rivayetinde "Ammar b. Yâsir" ismi geçer)
Habbab b. Eret:
- "Ey müminlerin emîri! O benden daha lâyık olamaz! Çünkü, müşrikler içinde Bilâl'ı koruyan bazı kimseler vardı. Benim ise, hiçbir koruyucum olmadı. Öyle bir gün gördüm ki, beni tuttular, ateş yaktılar ve beni sırt üstü ateşin içine yatırdılar. Sonra, adamın biri, ayağını göğsümün üzerine bastı da, sırtımla yer soğuyuncaya kadar beni kımıldatmadı!" dedi.
Sonra sırtını açtı ki, ateş yanıklarından sırtı alaca olmuş. Elini soksan girecek oyuklar oluşmuştu.
İşte bu kahramanın işkenceye dayanamadığı bir günde bir sabırsızlığı oldu. Peygamberimizden, daha sonra utanacağı bir talebi oldu.
Neydi bu?
Gelecek yazıya bırakalım mı?