Genç Bir Öğretmendi
Dolmuş durağındaydı. Araba önünde durunca yavaşça bindi. Benim karşımda, kapı yanındaki ters koltuğa oturdu. İlgisizce baktı sağa sola. Bana da değdi bu sıradan bakışlar bir an. Ama sabitlenmedi. Dokundu geçti. Belli ki tanımadı. Aradan yıllar geçmişti görüşmeyeli. Ben de muziplik olsun diye “madem selam vermedin, ben de merhaba demeyeceğim” dedim içimden. Demedim de.
Şehrin merkezine, Kıbrıs Meydanı’na kadar gittik. Artık benim inmem gerekiyordu. Tam yanından geçerken,
- İyi günler hocam, dedim. Birden fırladı yerinden ve
- Cemal Hocam? Diye yarı soru, yarı hitap bir ifade çıktı ağzından.
- Evet, dedim ve indim.
İçimden şaşkınlığına gülüyordum. Taaccüp ve hayret dalgaları çizgi çizgi öyle hızlı yayılmıştı ki suratında, bir an ben de şaştım bu manzaraya. Sanki bir tusunomi oluşmuştu yüzünde.
Muziplik yanım tatmin olmuştu. “Sesler kocamaz demişlerdi, demek ki doğruymuş” dedim içimden. Seslerimiz en önemli kimliğimizdi demek ki. İnsan sayısınca özel ve eskimeyen ses. Sen ne büyüksün ey Yaratıcım!
Birden geride bir karaltı hissettim. Döndüm, evet, aklıma gelen oluyordu. O da inmeye çalışıyordu arkamdan. Saygısızlık ettiği kanaatindeydi herhalde tanımamakla. öyle değildi aslında. O da bilirdi bunu ama, insan telafi peşinde koşan bir varlıktı. Sevdiklerini kaybetmek istemeyen, sevilmeyi yitirmekten hoşlanmayan, sevgisini göstermekle beslenen bir varlıktı. Sevgi ne müthiş bir enerji, ne büyük bir değerdi…
Tuttum dizlerinden ve:
- Lütfen, benim için inmeyin, dedim.
- Ama hocam ben sizi tanımadım.
- Biliyorum.
- Sakal sizi çok değiştirmiş hocam.
- Evet, üzülmeyin, akrabalarımdan bile tanımayanlar oldu. Tanımamakta haklısınız.
- Ama yine de çok özür dilerim hocam. Lütfen ineyim ve kendimi bağışlatayım.
- İstirham ederim, gerek yok, yeniden tanıştık ya, artık başka bir zamanda bir yerde sohbet eder, acısını çıkarırız ayrı kaldığımız zamanların.
- çok sevinirim hocam.
- Hadi hoşça kal şimdi sevgili hocam.
Oh be, muziplik hevesimiz zararsız bitmişti şükür. O dolmuş içinde neler düşünüyordu bilmem ama, ben otuz yıl öncesine gitmiştim şimdi.
O günlerde bu kardeşimiz bizim köyde genç bir öğretmendi. Biz ise talebeydik daha. Kayseri’de, Yüksek İslam Enstitüsünde okuyorduk. Yaz tatilinde köye gelince diğer okuyan gençlerle buluşur, bazen bizim ve komşu köyün imamlarıyla da bir araya gelir, sabahlara kadar süren sohbetler yapardık. O da katılırdı bu sohbetlere mümkün mertebe.
“Sabahlara kadar” dememi mübalağa sanmayın. Gerçekten de öyle olduğu az olmuyordu.
Neler mi konuşuyorduk?
Türkiye’yi, İslam dünyasını, hatta doğudan batıya bir dünyayı konuşurduk. Tarih bugün kadar günceldi. Parçalanan Osmanlının üstündeki acılı coğrafya, en çok da acımasız inkılâplarla batı medeniyetine cebren sokulan Türkiye, bu cebir ve şiddette savrulan ülke insanı, ülkedeki ne olduğu belirsiz sistem, milli kültürden mahrumiyet, dinsizlik anlamında uygulanan laiklik, eğitimin içler acısı durumu, din eğitiminin felaket ve fecaati, siyaset, öğrenci hareketleri, fikir ve edebiyat dünyası, tasavvuf ve tarikatlar, dernek ve vakıf çalışmaları, yeni çıkan dergiler, kitaplar… bir yığın mevzuumuz vardı. Her mevzuyu muhakkak götürür, asr-ı saadete bağlardık. Kim bu alanda ne kadar başarılı olursa, o kadar takdir görürdü. Zaman, bir bohça gibi dürülürdü bu sohbetlerde…
Biz, konuşanın ağzından laf kapmak için heyecanla beklerken, sohbetlerimize katılan bu ve bunun gibi bazı öğretmenler kıpırdamadan sabahlara kadar bizi dinlerlerdi. çok az katılırlardı konuşmalara. Onların bu hareketsizliklerine rağmen uzun zaman oturmaları karşısında bir gün,
- Sıkılmıyorsunuz değil mi? Dedim.
- Ne sıkılması hocam, biz bu fikirleri ilk defa duyuyor, bu dünyadan ilk defa haberimiz oluyor. Sizin bu konuştuklarınızı biz okullarda okumadık. Babalarımızdan ve hocalarımızdan da duymadık. Hayret ve hayranlıkla zamanın nasıl geçtiğini bilmiyoruz ki! Biz bu sohbetlere bir yandan bayılıyor, bir yandan da hayıflanıyoruz. İçimizde ne fırtınalar esiyor, ne yapılar yıkılıyor, ne binalar kuruluyor bir bilseniz…
“Hayıflanıyoruz” demekte haklıydılar. Maalesef Millî Eğitimin sadece adı “millî” idi. Baştan ayağa batıcı, üstelik kötü bir batı taklitçisi olması yetmez gibi, yerli fikir ve medeniyete de inadına düşmandı. Tarih tahrif edilmişti. Din yok sayılmıştı. Medeniyetimiz “gericilik” diye damgalanmıştı. Her şey tepetaklak idi sanki…
Oysa İmam Hatip Liseleri devlet içinde bir “kurtarılmış bölge” gibiydiler. Orada okutulan siyer, kelam, tefsir, hadis, fıkıh ve benzeri derslerin düz liselerde, hatta üniversitelerde adı bile yoktu. Bunların ne manaya geldikleri bile bilinmezdi çoğu mezunlarca…
Devlet bunun farkındaydı ve “tek tip insan inşası” projesini bozuyorlar diye bu okullara sıcak bakmıyordu. Zaten kendisi de yaptırmıyordu. Bu okulları halk ısrarla istemiş, binasını da halkın kendisi yapmıştı. O da lütfen öğretmen gönderiyordu seçimlerde oy alma hatırına. Büyütmemek için üniversiteyi onlara yasaklıyor, ilerletmemek için önüne bin bir engel koyuyordu. Buna rağmen ayrık otu gibiydiler. üstelik nasıl bir duygu ise, oradan mezun olanlar, dışardan sınavlara katılarak ayrıca lise diploması da alıyor ve engelleri aşarak her yere ulaşıyorlardı…
Şimdi Türkiye Şerif Mardin’in can alıcı bir tespitini tartışıyor: “öğretmen imama yenildi.” Bu, “batı medeniyeti İslam medeniyetine yenildi” demektir. “Türkiye’deki batıcı, laik, jakoben, halkı dışlayan sistem, milli kültür ve halk karşısında yenildi” demektir.