Olimpiyat ruhu, Din, Ortadoğu, Türkiye ve PKK (1)
Önce kısa bir anekdot...
İlk uzmanlık yıllarımdı. Ordu’nun Ünye İlçesinde çalışıyordum. Doktorluk zor iş, hele hele bir bölgenin tek uzmanı iseniz işiniz daha da zor. Zira her şeyin sorumlusu sizsiniz, her hastanın derdine derman olacak sizsiniz. Geceniz yok, gündüzünüz yoktur; “ben yorgunum, ben bilmiyorum, ben yapamam” diyemezsiniz. “Ben de bu dünyaya bir defa geldim, benim de sadece bir hayatım var” da diyemezsiniz. Ama yine de, bu boğucu hayatta biraz nefes almaya, azıcık da olsa rahatlamaya, tabir-i caizse kafa boşaltmaya vakit bulmak gerekiyor. Aksi takdirde hayata ve mesleğe sağlıklı bir şekilde devam etmek mümkün olmuyor çünkü... Biz de öyle yapmaya çalışıyorduk.
Ünye’den Fatsa’ya doğru giderken “Ceviz Deresi” diye bir yer vardır, derenin kenarında da bir top sahası. Haftada bir gün de olsa, doktorlar olarak hastane çıkışı orada toplanıyor ve diğer resmi dairelerin takımlarıyla maç yapıyorduk. O günkü rakibimiz askerlerdi. Ne var ki, doktorluk hali, bir arkadaşımız polikliniğini bitirememiş, dolayısıyla gelememişti. Takımımız eksik kalmıştı.
Bilenler bilir, askerlere karşı bir eksikle oynamak kolay iş değildir; malum, hemen hepsi genç ve antrenmanlı insanlar. Bunun bilincinde olarak gözlerim, takım kaptanı olmanın verdiği sorumlulukla arkadaşımız gelinceye kadar oynayacak birini aradı etrafta. Sadece iki kişi vardı; birisi komutan olan astsubay diğeri de onun şoförlüğünü yapan er. Astsubayı tanıyordum, biraz alıngan bir insandı. İlişkiler bozulmasın diye, epeyce bir göbeği olmasına rağmen onu çağırdım ve bekte oynatmaya başladım. Ancak hem tekniği hem de fiziksel performansı çok kötü idi. Beş dakikada iki gol yedik. Bir on dakika daha sabrettim ama değişen bir şey yoktu. Daha fazla dayanamadım. Ben dayansam da takımın dayanacak hali yoktu. Şoförünü, yani eri çağırdım ve “Siz galiba biraz yoruldunuz” diyerek onunla yer değiştirmesini rica ettim. Büyük tepki gösterdi. Israr edince de bir emirle, “Asker, oyun bitmiştir” dedi ve takımını aldı gitti. Maç, dolayısıyla bizim kafa boşaltma ameliyesi de böylece yarım kalmış oldu.
O günden bu güne tam 26 yıl geçti. Ama gözleyebildiğim kadarıyla bu anlayışta değişen bir şey yok. Nasıl mı? Anlatalım.
Kısaca, “insan sevgisine ve spora saygı temeline dayanan örnek sporcu davranışları” olarak tanımlanan olimpiyat ruhu özünde, ne pahasına ve ne şekilde olursa olsun birinci olmak veya rakibini geride bırakmak değil sadece kendi değerini, yeteneğini, maharetini, gücünü ortaya koyarak dürüstçe yarışmayı ifade eder. Bu şekilde her renkten, her cinsten, her ırktan ve her inançtan insanlar bir araya gelirler, hep birlikte bir güzellik sergilenir; tanışılır, dostluklar kurulur ve böylece bir barış ortamı sağlanır.
Sevgi ve saygı temelli davranışların yanında işin içinde sağlıklı olmak, bedensel ve ruhsal gelişim, kişilik oluşumu, insanlık onuru, disiplin, sabır, azim, özveri, yardımlaşma, güven, cesaret, kendi sınırlarını aşma, ülkesine ve insanlığa bir şeyler katma gibi duygu ve kazanımlar da vardır. Bu yönüyle bakıldığında olimpiyat ruhunun dinsel öğretilerle çok benzeştiğini söylemek rahatlıkla mümkündür.
Mesela halter yarışmalarında, diyelim silkme dalında, bir ağır sıklet yarışmacısı rakibiyle aynı ağırlığı (yaklaşık 250 kg) kaldırdığı halde sırf vücut ağırlığı ondan yalnızca 10 gram (vücut ağırlığının 15 000’de 1 oranında) fazla diye ikinciliğe düşüyor ve yarışmacı da bunu itirazsız kabul ediyor ve rakibini yani birinciyi alkışlayabiliyor... Ne güzel bir davranış, ne güzel bir prensip, ne güzel bir uygulama. Tam da dinin bize öğretmeye, kazandırmaya çalıştığı gibi. Adalet, hukuk ve özellikle İslami terminolojideki kul hakkı açısından bakıldığında ne erişilmez bir olgunluk düzeyi.
Yine mesela bir pist yarışında, herkesin yarışa aynı salisede tabanca sesiyle başlaması, herhangi bir çizgi ihlali yapmadan kendine ayrılan kulvarda koşması, yani eşit şartlarda başlaması ve süreç içerisinde hakkına rıza göstermesi, nihayette, hak edenin, kim olursa olsun kürsünün en üst basamağına çıkması, çıkabilmesi ve milli marşının hep birlikte saygıyla dinlenmesi… Esas olan sadece liyâkat... Ne kadar insani ne kadar İslami bir kural. Bu dinimizin olmazsa olmazlarından olan “emaneti ehline veriniz” düsturuyla ne kadar da örtüşüyor.
Ya bir boks müsabakasında dakikalarca birbirlerine yumruk vurduktan, kaşını gözünü yardıktan sonra maç bitiminde, herhangi bir kan davası(!) gütmeden kardeşçe birbirine sarılmalar… Kavga ile sporu, itişip kakışma ile yarışmayı, çalışanla çalışmayanı, hak edenle etmeyeni ayırmayı, hakkına rıza göstermeyi ne kadar da iyi anlatıyor (Arada bunu sindiremeyenler de oluyor tabii). Sözde üstün ırktan gelmek, aynı dinden olmak, torpil, nepotizm gibi ayırımcılıklar, adam kayırmacılıklar yok; hak eden kazanıyor o kadar. Tam da Peygamber efendimizin “Veda Hutbesi”nde buyurduğu gibi: “Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerinde üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur.”
İnsanlar arasında olduğu gibi milletler arasındaki husumeti de unutturuyor olimpiyat ruhu. Yarışırken, birbirlerine düşman iki ülkeden birinin yere düşen sporcusuna elini uzatan diğer yarışmacının yaptığı iş, pek çok açıdan bakıldığında, dünya barışı için politikacıların yaptıklarından-yapabildiklerinden çok daha değerlidir kanımca.
Peki, olimpiyat ruhu böyle, dinimiz de böyle de Müslümanlar nasıl, özellikle de Ortadoğu’dakiler ve Türkiye’dekiler?.. Sanırım anlatmaya gerek yok, hepimiz biliyor ve görüyoruz ki her yönüyle dökülüyoruz. Halimiz perişan; insanlık değerleri açısından perişan, dinsel kurallara uyarlık açısından perişan, sosyal-kültürel-ekonomik gelişmişlik açısından perişan. Kısaca perişan oğlu perişan.
Elbette konuşan, yazan, düşünen, dinli, dinsiz, teolog ya da değil birçok insan kafa patlatmıştır bu konuda. Belki pek çok geçerli nedenler de ortaya koymuşlardır. Ama sonuç alınamadığına göre daha çok düşünmeye, daha çok kafa patlatmaya(sopayla elbette!) ihtiyacımız var demektir. Bu meyanda, ben de düşünmeye, denenenlerden daha farklı açılardan bakarak düşündüklerimi ortaya koymaya çalışıyorum.
Olimpiyatı ve Olimpiyat ruhunu işte bu sebeple bir yazı konusu yaptım. Ve tespit ettim ki biz bu ruhu yakalayamadığımız için geri kalmışız, huzursuz olmuşuz, fırkalara bölünmüşüz ve birbirimizi yarışılacak rakip değil yok edilecek düşman olarak görmüşüz; savaşmışız, savaştırılmışız.
Kısmetse haftaya devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.