Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Olimpiyat ruhu, İslam, Ortadoğu, Türkiye ve PKK (2)

Olimpiyat ruhu, İslam, Ortadoğu, Türkiye ve PKK (2)

Geçen haftaki yazımızda Olimpiyat ruhunun ne olduğunu anlatmaya çalışmış ve “tespit ettim ki biz bu ruhu yakalayamadığımız için geri kalmış, huzursuz olmuş, fırkalara bölünmüş ve birbirimizi yarışılacak rakip değil yok edilecek düşman olarak görmüşüz; savaşmışız, savaştırılmışız” diyerek bitirmiştim.

Bu ruh eksikliğinin, aynı zamanda, “gerçek olimpiyatlarda başarılı olamamamızın, umduğumuzu bulamamamızın da ana sebebi” olduğunu düşünüyorum. Başka sebepleri de vardır elbette… Konuyu biraz açalım.

İlk kez 1908'de katılmışız olimpiyatlara ve bugüne kadar toplam 87 madalya almışız. Bunların da büyük çoğunluğu güreş ve halterde (58 i güreş, 10 u halter). Yani ya ata sporu diye bizim çok önem verdiğimiz ama diğer ülkelerin (özellikle de gelişmiş ülkeler) pek de rağbet etmediği ya da takım oyunu olmayan spor dallarında gerçekleşmiş bu başarılar.

Katılan sporcu sayımız ve özellikle de kadın sporcumuz (İlk kez 1982 de katılmışlar!) çok az. Çünkü spor hiçbir zaman bir yaşam tarzı olarak algılanmamış toplumumuzda. Spor yapmaya vaktimiz olmamış hiç!. Karnımızı doyurmak, çoluk çocuğumuzun geleceğini garanti altına almak endişesinden kurtaramamışız kendimizi. Oysa “dünyanın en büyük on altıncı ekonomisi olduk” derken şöyle hafiften kasılıyor, övünüyoruz. Övünüyoruz ama eğer bu gerçekse demek ki karnımız doymuş da gözümüz doymamış! Ya da geleceğe dair sosyal devlet güvencelerine inancımız zayıf.

Sporda başarılı olmak için maddiyat şart; bu bir gerçek. Ya ailesinden ya da devletten destek almak zorunda gençler. Yoksa 7-8 yaşlarından 17-18 yaşlarına kadar suyun içinde kalmak veya hayatının jimnastik salonunda geçirmek kolay mı? Bu iş ülkemizde daha da zor. Hadi diyelim ki çocuk dişini sıktı ve bütün bu zorlukların üstesinden geldi. Peki, üniversite sınavını kim kazanacak? Yani hayatı (!)? Ülkemizde henüz yeterli sponsor firma da yok. Gençlerin okulları dolayısıyla Milli Eğitime; spor faaliyetleri açısından da Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı olmaları ise ayrı bir garabet tabii.

Çarpıcı bir örnektir. Demir perde ülkeleri, perde yıkılmadan önce devlet desteğiyle sporcu yetiştiriyorlardı. Bu işe çok önem veriyorlardı. Çünkü bunu, ülkelerini tanıtımın yanında bir ideolojik propaganda aracı olarak kullanıyorlardı. O zamanlar, mesela bir Doğu Alman sporcusunu alt etmek, bir Bulgar güreşçisini yenmek, bir Yugoslav takımına üstün gelmek ya da bir Romen jimnastikçiyi geride bırakmak neredeyse mümkün değildi. Ama perde yıkıldıktan sonra, bir şekilde piyasa ekonomisine geçilmesiyle devlet desteği azaldı ve bu ülkelerin (bir kısmı ortadan kalktı ama yerlerine konulanların da) spordaki başarıları büyük ölçüde yok oldu gitti.

Şimdi gelelim bizdeki gerçeklere…

Türkiye'deki 60 bine yakın okulun (İlköğretim, lise) sadece yüzde 7'sinde spor salonu var. Günün 12 saatini bilgisayar başında geçiren 14 milyon teknoloji bağımlısı çocuğumuzun sporla geçirdikleri zaman ise (spor yapmak da değil!) sadece haftada 2 saat. Yani, sağlık için ya da sporcu olmak için sporla uğraşan yok. Sporcu adayı ve dolayısıyla sporcu sayısı bu kadar az olunca, rekabet de o oranda az oluyor ve sonuçta dünya çapında bir başarı da elde edilemiyor.

Sporcu azlığı bir yana, temel eğitim olarak mesela yüzmeyi öğretemediğimiz için çocuklarımız sokaklardaki süs havuzlarında, derelerin-balçık göllerin bir karış suyunda boğuluyor. Her yaz, üç tarafımızı kaplayan denizlerimiz onlarca can alıyor. Ve ne yazık ki arkalarından gözyaşı dökmekten başka yaptığımız bir şey de yok. “Üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede bir şampiyon yüzücü dahi çıkaramamışız” diyerek hayıflanmanın anlamı da kalmıyor bu durumda. Zira öncelikle, okullarımızın yalnızca binde birinde yüzme havuzu bulunduğunu ve iyi yüzücülerin denizlerde değil havuzlarda yetiştiğini bilmemiz ve tedbirini almamız gerekiyor.

Başbakanımız, Atina Olimpiyatları'na giderken, “75 milyonluk Türkiye'nin 65 kişiyle temsil edilmesi beni yürekten yaralıyor” demişti dört yıl önce. O zamandan bu yana, hakkını vermek lazı bazı kımıldamalar oldu elbette ama hala yeterli spor tesisimiz yok. Çocuklara, gençlere bu imkanları sunamıyoruz. Bu işi meslek edinen, dolayısıyla uzmanlaşan sporcu sayısı da az olduğu için eğitici de yetişmiyor.

Sonuçta gençleri spora yönlendiremiyor, sporla geleceklerini kazanabileceklerine, sporla eğitimi bir arada götürebileceklerine inandıramıyoruz. Bu konuda fiziki alt yapıları hazırlayamamak bir yana toplumda olması gereken zihinsel değişimi, kültürel gelişimi de sağlayamıyoruz çünkü

Londra Olimpiyatlarında uzun atlama finalinde iki atlet sona kalmıştı. Biri İngiliz Rutherford diğeri de ABD’li Claye. Amerikalı sporcu son hakkında, motive olmak için seyirciden alkış istedi. Elbette ki seyircinin büyük çoğunluğunun İngilizlerden oluştuğunu biliyordu. Ama anlaşılan bunu aklına bile getirmemişti o an. Şüphesiz seyirciler de Claye’nin başarılı bir atlayış yapmasıyla kendi sporcularının altın madalyadan olacağını biliyordu. Ama buna rağmen alkışlayarak ona destek verdiler... İşte, olimpiyat ruhu, toplumdaki olimpiyat kültürü bu.

Yine aynı olimpiyatlarda yapılan bir güreş müsabakasında ise TRT spikeri bir sporcunun yenilmesi için adeta dua ediyordu. Çünkü o sporcu bizim sporcuyu yenen Polonyalının rakibiydi ve yenilirse yani Polonyalı galip gelirse bizim güreşçimiz de resepaj maçı yapmaya (bronz madalya için güreşmeye) hak kazanacaktı… Tamam, bunu seyirciyi bilgilendirmek için bir defa, hadi bilemediniz iki defa söyleyebilirsiniz ama on defa söylemenin ne alemi var?.. İşte, bu da olmayan olimpiyat ruhu, olmayan olimpiyat kültürü; hem de devlet televizyonunda.

Yeni mi gelişti bu durum? Hayır, geçen haftaki yazımızın girişindeki anekdotta da aynı şey vardı. Bizim, doktorlar futbol takımı olarak mutlaka galip gelmesine dair isteğimiz, başçavuşun da daha iyi sporcuya değil de daha yüksek rütbeliye (yani kendine) rağbet etmesi, işi komplekse dökerek takımını alıp gitmesi...

Tesis yok, temel eğitim yok, sporun bir hayat tarzı olduğuna dair anlayış yok, sporcu yok, antrenör yok vesaire. Sonuçta fiziksel kapasite (esneklik, dayanıklılık, kas gücü vs.) teknik gelişim, estetik, ustalık yeterli olmuyor. Mental kapasite, zihinsel hazırlık da eksik kalıyor ve başarı da gelmiyor.

Bütün bunlar olmayınca yani kendi değerimizi arttırıp öne çıkmayı ve geleceğe doğru yol almayı beceremeyince, rakiplerimizi yarışa sokmamayı, olmadı geri itmeyi, o da olmadı vurarak, kırarak, savaşarak yok etmeyi ve böylece yeni hiçbir şey üretmeden sadece mevcut olanı ele geçirmeyi yeğliyoruz. Dünyanın kabul ettiği hedeflere varmaya değil birbirimizi geride bırakmaya kilitleniyoruz. Var olan pastayı ele geçirmenin kavgasını yapıyoruz. Yeni bir pasta yapmayı düşünmüyoruz. Hem de her zaman ve tek başına.

Bugünkü Galatasaray-Fenerbahçe çekişmesinin, Türk-Kürt (PKK ve ilintileri) çatışmasının temelinde de bu ruh eksikliği, bu görüş kısıtlılığı, bu bencillik var bana göre. Bu yüzden şampiyon olamayınca Kadıköy darmadağın ediliyor. Bu yüzden maç kaybedilince Arena’da Fenerbahçeli futbolcular pet şişe, Caferağa’da basketçi kızlar bozuk para yağmuruna tutuluyor. Bu yüzden olimpiyatlarda, antrenmanda kaldırdığı ağırlıktan 15 kg daha azını bile kaldıramıyoruz. Bu yüzden “İçim boşaldı, elim dizim tutmaz oldu, kendime çok kızdım, madalya alamazsam dünya başıma yıkılacak diye düşündüm” diyor bayan dünya şampiyonu haltercimiz. Bu yüzden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne 842 işkence davası açmak durumunda kalıyoruz. Bu yüzden doğu ve güneydoğuda otuz yıldır savaşıyoruz.

Bu yüzden Kürtler adına özgürlük savaşı verdiğini iddia eden PKK kendisinden başka var olan tüm Kürt unsurları ortadan kaldırıyor, işi “tek sorumlu, tek söz sahibi benim, her şey benimdir” noktasına getiriyor. Bu yüzden, hem de birkaç defa, barışa yaklaşılmasına rağmen PKK yaptığı alçak saldırılarla, derin devlet de becerdiği karanlık işlerle barış yollarına mayın döşüyor.

Özetle… Hep “biz yenelim, biz zengin olalım, biz mutlu olalım” diyoruz. “Tamamı bizim olsun” bizim olmazsa da “bizimkilerin olsun” o da olmazsa “rakibimizin olmasın” diyoruz. Bu uğurda birilerinin hakkının yenmesine, milletin huzursuz olmasına, birliğimizin bozulmasına hatta insanların ölmesine, vatanın bölünmesine aldırmıyoruz. İçimizdeki ruh ölmüş; o bizi biz yapan, özü itibarıyla olimpiyat anlayışını taşıyan yüce ruh.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi