Derdi olan neylesin?
Derler ki Yavuzun yatak odasından sorumlu cariye bir gün kendini alamaz ve odadaki aynaya:
Derdi olan neylesin? diye yazar. Ama silmeyi unutur. Akşam yazıyı gören padişah hemen altına Hiç durmasın söylesin. Diye yazar.
Temizlik için ertesi gün içeri giren cariye aynaya bakınca yüreği küt küt atar ve elleri titreyerek şunu yazar: Ya korkarsa neylesin? devlikisi gün sabahı iple çekmektedir ve padişah odayı terk eder etmez içeriye koşar ve aynaya bakar. Evet, cevap yazılmıştır: Hiç korkmasın söylesin.
Derdi olan söylemeli, ama nezaket ve kibarlığı elden bırakmadan. Haklı da olsa, kırıp dökmeden, gönül yıkmadan. Bütün ilişkileri bitirici, bütün köprüleri yıkıcı bir üslup kullanmadan. Her insan bir dünyadır ve çok değerlidir. Kimseyi hor görmemeli, ıskartaya çıkarmamalı, o da olmasın dememeliyiz. Tanımadığımız her insana Hızırmış gibi saygıyla yaklaşmalı, her insanın örtülü bir veli olabileceğini hesaplamalı, tanıyıncaya kadar dengeli bir hürmet ve muhabbeti elden bırakmamalıyız. Tanıdıktan sonra muamele kolaylaşır. Ama ilk yanlış kolay telafi edilmez.
Bir İslam Toplumu inşasında ameliye olanlar, insana büyük değer verirler. Çünkü Allah Teâlânın insanı mükerrem ve en güzel bir kıvamda yarattığını bilirler. Her ne kadar insn kendi inkar ve nankörlüğü ile kendisini esfeli safiline atsa bile, biz bunu ölüm öncesinde bilemediğimiz için, Allah Teâlânın huyu ile huylanarak, onun için tevbe kapısını asla kapatmamalı, rahmetten umudu kesmemeliyiz. Eğer Allah Teâlâ tövbesini kabul ederse, onu sever. Günahlarını da iyiliğe tebdil eder. Böyle buyuruyor o. Bize ne oluyor?
Unutmayalım, bir mıh bir nal, bir nal bir at, bir at bir ordu kurtarabilirmiş. Kazanan insanlar ama kendilerinde, ama başkalarında olsun, Allah Tealanın yarattığı kabiliyetleri yerinde ve güzelce kullananlardır. Bu ise kendini tanımaya bağlıdır. O dahi Rabbini bilmeye. Her huy güzeldir ama tevazu ve mahviyet gibisi yoktur. İnsan bu huylardan nasipliyse, insan kıymetini bilir ve gönül kazanır. Dağıtmaz, birleştirir. Kaçırmaz, toplar. Yıkmaz, yapar. Kaybetmez, kazanır.
Mescide küçük abdest yapan bedevinin hikayesi de böyle değil midir?
Herkes onu azarlamak ve engellemek için harekete geçtiği zaman, Hz. Peygamber (s.a.v.) araya girerek ortalığı yatıştırdıktan sonra, işini iyice bitiren bedeviyi yanına alıp şöyle demişti: Bu mescitler ne küçük abdest, ne de başka pislik için uygundur. Bunlar Allahı anmak, namaz kılmak ve Kuran okumak için yapılmıştır.
Bu kıssa birçok açıdan önemlidir. En başta ise bir ilkeye dikkat çeker. Peygamber Efendimiz insanlara İslamı tebliğ ve öğretmeye başlamadan önce muhatabının akıl, ilim, anlayış, idrak ve kavrama kabiliyet ve kapasitesinin iyi bir tespitini yapar, âdeta şahsiyetinin röntgenini çekerek keşfeder, sonra da onun ihtiyacı için en lüzumlu olan hususu dile getirirdi. Nitekim Peygamber Efendimizin örnek hayatında muhatabların anlayış seviyelerine göre ve nezaket çerçevesindeki tebliğ ve irşad faaliyetinin pek çok nümûnesini görmekteyiz.
Rivâyete göre, adı tam olarak bilinmeyen, yeni Müslüman olduğu için de İslâmın edeb ve nezaketi hakkında yeterli bilgisi bulunmayan bir bedevî, Peygamber Efendimizi ziyarete gelmişti. Mescid-i Nebevînin bir köşesinde namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp duâ etmeye başladı:
Yâ Rabbi! Bana ve Muhammede merhamet et. İkimizden başka kimseye merhamet etme!.. dedi.
Orada oturmakta olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bedevînin bu garip duâsına tebessüm etti. Sonra ona dönerek:
Allahın geniş rahmetini, çok daralttın!.. buyurdu.
Peygamber Efendimizin yanında biraz oturan bu bedevî, küçük abdesti gelince Mescidin bir köşesine giderek abdest bozmaya başladı. Bedevînin hiç beklenmedik bu davranışı karşısında sahâbîler telâşa kapıldılar. Kimi oturduğu yerden:
Yapma, etme! diye bağırarak, kimi öfkeye kapılıp bedevînin üzerine yürüyerek ona engel olmaya çalıştılar.
Duruma hemen müdâhale eden Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
Bırakın, adam işini bitirsin!.. buyurduktan sonra, bedevînin küçük abdestini yaptığı yere büyük bir kovayla su dökmelerini söyledi. Sonra da ashâb-ı kirâmı:
Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil!.. buyurarak yatıştırdı.
Daha sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bedevîyi yanına çağırdı. Ona mescide abdest bozmanın, orayı kirletmenin doğru olmayacağını, bu mübârek yerlerin Allâhı zikretmek, namaz kılmak ve Kurân okumak için yapıldığını hatırlattı. (Bkz: Buhârî, Vudû 58, Edeb 80; Müslim, Tahâret, 98-100; Ebû Dâvûd, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112; İbni Mâce, Tahâret 78)
Öfke ile bağırıp çağırma, hatta vurma ve kırma, bizim terbiyeye muhtaç nefsimizi tatmin edebilir ama zarardan başka bir netice sağlamaz. Fakat o öfke Allah için yutulsa ve ona sebep olan her ne ise o muhataba iyilikle izah edilse, insanların aklı, kalbi ve vicdanı ikna olacaktır. Bu ise size hak verdirecek, böylece sevabı ve mutluluğu sonsuza dek sürecek kazanımlara sebep olacaktır.
Ağızda zehir gibi acı olan bu öfkeyi tükürür gibi ağızdan atmak yerine sabredip yutmak, onu yağ ile bala çevirmektir ve bu inanın çok daha zevkli ve lezzetlidir.
Mutaç olduğumuz işte budur!