Kâbeyi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de (3)
…Bu mağaracık, sanki bir el tarafından ve özellikle inşa edilmiş. Öylesine bir el ki yüzlerce tonluk kaya kütlelerini kaldırıp üst üste koyabiliyor… Mühendislik hesapları da kusursuz: Yan duvarlar var, ön duvar var, üstü muhkem bir şekilde örtülü ve hepsi birbirine geçmeli. Arkada açık bir kapısı da var ve yüzyıllardır ayakta. Kullanılan yegâne malzeme; o kocaman kaya kütleleri… İçeride, sadece bir kişinin oturup kalkmasına, ibadet edip tefekküre dalmasına yetecek kadar bir mekân oluşturulmuş. Fazlası gereksiz bulunmuş, belki de bu, “konsantrasyonu düşüren, dikkati dağıtan, Muhammed-ül Emin’i Resulu Zişân Muhammed Mustafa (SAV) lığa taşıyacak yolları daraltan bir genişlik olur” diye düşünülmüş; bilemeyiz.
Ve kanımca, en ama en önemli nokta… Bu mağaracık, duvarları ve içindeki boşlukla, doğrultusu Kâbe olacak şekilde inşa olunmuş; Kâbe’ye bakıyor, yani “İstikbali Kıble”. Mağaradan bakan Kâbe’yi görüyor, görebiliyor… Besbelli ki Yüce Mevla burayı işaret buyurmuş; bununla, bir yandan en sevgili kuluna rahatça ibadet etme imkânı sunarken, diğer yandan Kâbe’yi de görebilmesini, bu mizansende, oradan alacağı feyzle tefekkürlere dalmasını ve büyük huzura hazırlanmasını murat eylemiş.
Bunları düşündüğümde bir hoş oldum doğrusu; tuhaf, hiç tanımadığım duygular kapladı içimi. Kalbimi, önce, sanki sıkılmış bir sünger misali kendi üstüne büzülmüş gibi duran göğsümün derinliklerinde kaybolmuş hissettim, sonra da bana, o koca koca kayaları yutabilecek kadar genişlemiş gibi gelen bu boşluğa sığmayan acayip bir nesne; akıp gitmek, kaçıp kurtulmak isteyen bir ırmak, bir kuş misali. Ama beceremeyen.
Yerimde duramadım, adımladım yalpa yalpa sağa sola doğru. Tepeden tırnağa titredim durdum; tremor mu desem yoksa flapping mi bilmiyorum. Bunlar öyle doktorlukla da izah edilebilecek, ölçüye, tartıya, tetkike, tahlile gelecek şeyler değildi çünkü. Huzur da yoktu içimde yeis de; karışık duygular…
Öylesine bir haldeydim işte. Orada başka bir şey düşünebildiğimi de sanmıyorum. Farkında olduğum tek şey, hissedebildiğim yegâne duygu bunlardı. Diğer tüm yetilerimi kaybetmiş gibiydim. Herhalde aklın, mantığın, beş duyunun gerileyip de gönlün ve belki bazı içsel reflekslerin benliği bürüdüğü bir hal olsa gerekti; insanı maddeden sıyırıp manaya götüren... O ana ait aktarabileceğim başkaca bir şey hatırlamıyorum. Şimdi de söyleyebileceğim tek şey sadece bir temenni: İnşallah öyleydi.
Ben öyle kolay gözyaşı döken bir adam değilim. Hatta yaş elli yedi oldu, “gözlerimden öyle, aman aman yaş aktığını da hatırlamıyorum” desem yeridir. Pek çok insanın gözyaşı döktüğü durumlarda, benim boğazım düğümlenir, ağzım kurur, damaklarım birbirine yapışır ses tellerim çalışmaz; yutkunamam konuşamam. Bir ağrı oturur boğazıma, boynumu sıkıp durur; nefes alamam.
Orada da öyle oldu. Arkadaşlarıma bir şey söyleyemedim, sessizce uzaklaştım yanlarından, tepenin arkasına doğru. Çömeldim alçak bir kayanın üstüne. Dayadım dizlerime kollarımı ve başımı ellerimin arasına aldım; düşündüm, düşündüm, düşündüm… Ne düşünmesi? Düşünseydim bir şeyler kalırdı aklımda herhalde... En iyisi orada ne yaptığımı ve hatta ne kadar zaman kaldığımı bilmediğimi söylemek…
Kendime geldiğimde, arkadaşlardan ayrılmış olduğumu fark ettim. Toparlanmaya çalıştım, mendilimi çıkarttım, elimi yüzümü sildim. Cebime koyduğumda, beyaz bez parçasının ıslaklığını hissettim göğsümde; ağlamıştım. Boğazımın düğümü çözülmüştü, sesim çıkabiliyordu artık, biraz ferahlamıştım sanki.
Çok sürmedi bu hal. Şeytan mı girdi içime desem, bilmiyorum!.. Ama şeytanın ne işi vardı orada? Yoksa sadece benim kurak iç dünyam mı idi İblisin girdiği, girip de oturduğu, oturup da eğlendiği bu yer?.. Bunu da bilemiyorum ama şimdiki aklımla düşünüyorum da sanki “benim her zamanki, o önlenemez eleştirel düşünce ve “Doğrucu Davut” cu pratik-pragmatik tavrım galebe çalmıştı” gibi geliyor bana. Bir soru oldu mu, ona mutlaka ve bir şekilde cevap vermek, bir sorun oldu mu da ona mutlaka ve bir şekilde çözüm bulmak ve de bunu bir an önce gerçekleştirmek neredeyse içgüdü hâlindedir bende çünkü. Hele bir de haklılık-haksızlık, güçlülük-güçsüzlük söz konusu ise…
Kendimi tutamadım, tekrar mağaraya döndüm. Ve peygamber efendimizin (SAV) Kâbe’yi gözlediği, gözleyip de kendinden geçtiği, yaratana sığınıp hasretle gözyaşı döktüğü muhtemel noktalara gidip Kâbe’yi, Kâbe’nin Küb’ünü görmeye çalıştım. Hava açıktı yani uzağı görmede bir sıkıntı yoktu. Uzak dediğin de ne kadardı ki zaten, Nur Dağı ile Mekke’nin arası topu topu 6-7 kilometre. Yani, insan gözünün orta büyüklükteki bir binayı rahatça fark edebileceği bir mesafe.
Evet, mesafede, gözde, görmede herhangi bir sorun yoktu ama görülecek nesnede sorun vardı. Zira o nesne görünürlerde yoktu! Müslümanın göz bebeği o kutsal mekân, adeta azılı bir düşman tarafından muhasaraya alınmış gibi, yüksek binalarla beton yığınlarının içine hapsedilmiş, “Nur dağından… Hazreti Peygamber’in baktığı yerden bakanlara”, görünmez kılınmıştı...
…İşte o andaki ağzımdan çıkan sözlerdi, beni cezalı duruma düşüren. Elimde olmadan, o binaları yapanlara, yapılmasına izin verenlere, idare edenlere, idare edilenlere küfretmiştim; hem de hiç âdetim olmadığı halde, fena bir şekilde. Kendimde değildim, arkadaşlarım uyarmıştı, “Sus” demişlerdi, “yoksa…” Ama yine de olan olmuş, kuralları çiğnemiş ceza kurbanına kalmıştım.
Şimdi… Düşünebiliyor musunuz, Hazreti Peygamber bugün yaşasaydı o kutsalların kutsalı mana kutbundan bakacak ama Kâbe’yi göremeyecekti. İnanan bir insan için, iki cihan serverine yapılmış ne büyük bir bedbahtlık, ne büyük bir zillet bu içine düşülen. Tam bu noktada “O mana gözüyle kalp gözüyle görürdü, böyle bir şeye ihtiyacı olmazdı ki zaten” diyenler de olacaktır. Elbette bu da saygı duyulacak bir görüştür ama ya yukarıda anlattıklarım “tasavvur, istikamet, istikbali kıble, , küb, Kâbe” ve onun ümmeti olarak maddi gözden başka bir şeyle görmeyi beceremeyen zavallı bizler?.. Ne olacağız?
Ne diyelim; Allah yapanların müstehakını versin, bundan sonra yapacakları, yapmaya kalkışacakları da ıslah etsin. Islah etsin ki o nur pınarının dışını bozanlar içini de bozmasın. Mesela… Mesela, revaklarımıza dokunmasın!
Sadece bu kadar mıydı gözlemlerim? Hayır. Tarihe ve tarihi esere saygıdan nasibini almamış (din ve dini eser desem belki doğru olmayacak!), bunları baş tacı edecek diğer Müslüman milletlere empati yapmaktan da yoksun bu zavallı insanlar; Hendek savaşında, Peygamber efendimizce savunma amacıyla açılmış ve bir şekilde günümüze kadar gelmiş olan hendeği doldurup üzerinden yol geçirmiş, Cennet-ül Mualla’da, Cennet-ül Baki’de, efendimizin en yakınlarının mezarlarını dahi yerle yeksan ederek, başucunda bir kara taşla “Aha işte burası, amcasının oğlu, burası da ashabından filan kişinin mezarı” denme noktasına getirmişlerdir.
Aynı kültürel tecavüzden maalesef Medine de nasibini almış ve mana dünyamızın maddeleri olan nice paha biçilmez kültürel hazine, peygamberimizin türbesi etrafındaki Osmanlı eserleri de dahil, yok edilmiştir.
Kısmetse haftaya devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.