Yıllar ölüme akıyor!
Hangi takvime göre olursa olsun, her yıl, aslında yeni bir başlangıç, yeni bir umut, yeni bir ufuk, yeni beklentilerdir…
Ama en önemlisi her yılbaşı derin bir vicdan muhasebesidir… Yahut öyle olmalıdır.
Ancak bizde her yeni yıl yeni bir kavga kapısı olur: Bayramlar üstüne (dini bayram-milli bayram ayırımı) tarih üstüne (Osmanlı-Cumhuriyet ayırımı) ettiğimiz kavgalar kadar yersiz bir kavga daha veririz, her yılbaşında…
Milâdi yıl mı, Hicri yıl mı?.. Yılbaşında eğlenmek haram mı, helâl mi?.. Piyango bileti günah mı, değil mi?
Tıpkı diğerleri gibi, bu kavgayı da kimse kazanamaz, kimse bildiğinden şaşmaz.
Biz aslında takvim zenginiyiz. Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda dönem dönem üç ayrı takvim kullanıldı. Rumî Takvim, Hicri Takvim ve Milâdi Takvim…
Rumi Takvime göre, bugün 19 Kânunuevvel 1428 (yani sıradan bir gün)…
Hicri Takvime göre bugün, 19 Safer 1434 (Hicri takvime göre de bugün sıradan bir gün, dün gece sıradan bir gece)…
Miladi Takvime göre ise bugün 01 Ocak 2013 (yeni yılın ilk günü)…
Bu topraklarda dönem dönem kullanılmış üç farklı takvime göre üç farklı yıl, üç farklı ay ve üç farklı gün yaşıyoruz… Bu ne harika bir zenginliktir! Bu zenginliğe şükredelim, bu zenginliği fikredelim ve yılları nasıl geçirdiğimize bakalım…
Çöpe mi attık, yoksa biriktirdik mi?
¥
2012 yılının başıydı… Önüme kalın bir duvar takvimi koydular. Aldım, büromun duvarına astım. O kadar kalın gözüküyordu ki, bitmeyecek gibiydi.
Yaşanan (yahut yaşanır gibi yapılan) her günün akşamında, takvimden bir yaprak koparmaya başladım.
Pazartesi, Salı, Çarşamba… Bir, iki, üç, dört… Derken, yılsonuna doğru baktım, iyice incelmiş... Nihayet tek yapraktan ibaret kaldı. Onu da dün gece kopardım. Sonra yeni bir takvim astım aynı yere, şimdilik kalın mı kalın…
Günler geçtikçe onun da tek tek koparılır yaprakları… Gün gelir o da biter… Yıllar yılların arkasına takılır gider. İnsan her gün ölüme doğru akar…
Yani “doğduğumuz gün ölmeye başlarız.”
Ömrümüzü, duvar takvimi gibi yenileyip tekrar tekrar duvara asamayacağımıza göre, geçen günler gitti gider!
Bir daha geri gelmez, tekrardan yaşanamaz… Ömür mumu söner, hayat biter!
Bunun bir gün olacağını hepimiz biliyoruz: Hayat ağacımızın yaprakları, tıpkı takvim yaprakları gibi bir bir düşecek ve bir gün hepsi bitecek; hepimiz günün birinde dünyaya ve dünyada sahip bulunduğumuz tüm fani değerlere veda edeceğiz…
Buna rağmen dünyayı sırtlayıp götürmekten, fani lezzetlerde ebedi mutluluklar aramaktan vazgeçemiyoruz. Halbuki “fani” lezzetlerden “ebedi” mutluluklar çıkmaz!
İşte bu sebepten Bediüzzaman Hazretleri, “Hakiki lezzet imandadır” demiş, sözlerine de Devr-i Saâdet’i delil göstermiştir.
Hatırlayalım: Sahabelerin çoğu fakirdi, ama mutluydu. Zor bir hayat yaşıyorlardı, buna rağmen sabrın ve şükrün keyfini çıkarıyorlardı. Bir birlerini seviyorlar, sayıyorlar, koruyorlardı.
Kendimizi onlarla kıyasladığımızda (karşılaştırdığımızda) hayatı onlar kadar dinamik, onlar gibi minnetsiz ve sevgi eksenli yaşamadığımızı görebiliyoruz. Oysa onlar bizim örneklerimiz ve önderlerimizdir. Demek oluyor ki, zaman içinde değişmişiz!
Eskiye nispetle belki biraz daha varlıklı, ama biraz daha kolaycı, biraz daha rüşvetçi, biraz daha vurguncu, biraz daha vurdumduymaz, biraz daha kültürsüz, biraz daha sevgisiz, biraz daha meraksız, biraz daha merhametsiz, biraz daha korkak, ama alabildiğine köşe dönücü ve alabildiğine duyarsız olmuşuz.
Oysa takvim yaprakları bir bir düşüyor, hesap günü (mahşer) adım adım yaklaşıyor!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.