Mobbing ve Üniversite (3)
Üniversitede “mobbing” olur mu?
Geçen haftaki yazımızda, devlet üniversitelerindeki “mobbing” ortamına değinmiş ve durumu “kötü” olarak değerlendirmiştik. Pek çok vakıf üniversitesinde ise bu kelime de yetmiyor mevcudu izah için; durum “vahim”.
Çünkü buralarda, “devletin sahipliğindeki kamu üniversitelerinde” dört yıllığına “geçici işletmeci” gibi çalışan rektörlerin yerini, “dükkânın, şeksiz şüphesiz daimi sahibi olan” ve bunu, neredeyse akademik konular da dâhil olmak üzere kimselerle paylaşmayan mütevelli heyet başkanları (“Boss-patron”) alıyor. Kimse gücenmesin, kızmasın ama kurumsallaşmış olan birkaç tanesi hariç, vakıf üniversitelerinde yaşanan gerçeklik tam da budur.
Rektörler hiç olmazsa profesör oluncaya ve seçilme aşamasına gelinceye kadar bir memuriyet terbiyesi almış, bir ölçüde de olsa devlet umuru görmüş insanlarken; birçoğu devletin kapısından geçmemiş, üniversite koridorlarında tek adım dahi atmamış bir takım tacirlerin üniversite sahibi olması ve etiketinde “Türkiye Cumhuriyeti” yazan bir yüce müesseseyi “eğitim köyünün ağası” pozlarıyla “tam bir monark anlayışla” yönetmesi akıl alır gibi değildir. Ve devlet, önde gelen kurumuyla tabii ki YÖK, bunu bildiği halde bir şey yapmıyor ya da yapamıyor. Bu babda, otokontrolü sağlayacak akademik bir anlayışın yanında yeterli ölçüde bağlayıcı bir kanun, düzenleyici tüzük ve yönetmeliklerin olmadığını da söylemek gerekiyor.
İşte bu ortamda özel bir mevzuat gelişiyor ve mütevelli heyet başkanlarının, yani patronların gücü, kudreti ve de iş kanununun işlerine yarayan maddeleri devreye giriyor, anayasanın, yükseköğretim kanunu’nun, tüzüklerin, yönetmeliklerin yöneticiye, öğretim üyesine ve çalışanlara tanıdığı hak ve yetkiler ise kenara itiliyor. Bilime, bilim adamına, insan onuruna, emeğe saygı ise hak getire.
Bu bağlamda mütevelli heyet başkanlarının görüşleri üniversite senatosu ve yönetim kurulu kararlarının dahi önüne geçiyor, geçebiliyor. Patronlar yeri geldiğinde, (tabir yerindedir aynelyakîn biliyorum) kırk yıllık hocaları içtimaya (asker dilinde iştima!) çekiyor, çekebiliyor. Rektörleri, yardımcılarını, dekanları “office boy” veya daha bilinen bir benzetme ile “kahya” ya da askeriyedeki “komutan postası” konumunda kullanıyor, kullanmaya kalkıyor. Öğretim üyeleri ile diğer çalışanların pozisyonu ise kimse alınmasın ama maalesef kelimenin tam anlamıyla “maraba”.
Tabii burada, insani gelişmişlik açısından bakıldığında, asıl irdelenmesi gereken konu kabahatin kullananda mı yoksa kullandıranda mı olduğudur. Ancak bu başka bir yazı konusudur. İşin en kötü tarafı; insanlık onurunu ayaklar altına alan bu psikolojik tacizlerin, özellikle vakıf üniversitelerinde, her kademedeki çalışanlar tarafından sanki kaderleriymiş gibi içselleştirilmesi, evlad-ı iyal bağlamında da olsa yenilip, yutulup sineye çekilmesidir...
Haa aksi görüş ve davranış gösterenlere “ben öğretim üyesiyim, benim de bir hukukum, şerefim var” diyenlere ne mi yapılıyor? Cevap açık ve net; anında “muhasebe” denilip hesabı kesiliyor ve kapı dışarı ediliyor. Çoğu zaman, herhangi bir hak hukuk tanınmadan, Bizansvari oyunlar oynayarak, mafya benzeri taciz yöntemleri kullanılarak beceriliyor bu iş. Yani “görünür ya da görünmez mobbing” uygulayarak.
Oysa mobbing insanı tükettiği kadar kurumları da tüketen ölümcül bir virüs. Bir insana, bir topluma, bir kuruma girdi mi ki bu üniversite de olsa fark etmiyor, bir daha onu kurtarmak mucizelere kalıyor. Mobbing mobbingi çekiyor, iş kan davasına dönüşüyor. Kör parmağım gözüne, amansız bir soğuk savaş sürüp gidiyor. İnsanlar yıpranıyor, sosyal bağlar gevşiyor, kurumlar kan kaybediyor. Antibiyotiklerin virüslü hastalıkları iyileştiremediği gibi; bu noktadan sonra alınacak pansuman tedbirleri, mesela bir üniversite için patronun akıttığı/akıtılacağı yüklü paralar da o üniversiteyi kurtarmaya yetmiyor artık. Gösterişli binalar, zengin sosyal donatılar, şahane kampüsler, görkemli plazalar ya da pahalı reklamlar işe yaramıyor. Üniversite olgusu inşaattan, sebze halinden, tarımdan, ticaretten çok farklı bir şey çünkü.
Şundan eminim ki bu tür üniversiteler, ne yaparlarsa yapsınlar, giderek kalifiye eleman sıkıntısı çekecek, parayla-pulla bir şekilde bu engeli aşsalar bile eğitimin asıl öğesi olan öğrencinin teveccühüne mazhar olamayacak ve gün gelecek “harç bitti yapı paydos” diyecekler. Mezun olanlara gelince… Onlar, maalesef, bunca yıl sonra, ellerinde, adına “diploma” denilen işe yaramaz bir kâğıt parçasıyla sokakta kalıkalıverecekler. Öğrenci perişan, mezun perişan, aileler perişan; kaybeden kaybedene…
Eğitimin önemine inanan, insanını ve ülkesini seven vicdanlı hiç kimse böyle bir durumu arzulamaz elbette. Bu sebeple özellikle inşaatçılıktan, kabzımallıktan gelen (Bu kelimeleri rumuz olarak kullanıyorum, yoksa her iş elbette saygındır, onurludur. Bu sebeple kendi işini yapan gerçek müteahhit ve kabzımalları tenzih ederim) ve kurdukları bu kültür müesseselerini (ki bunların epeyce bir kısmı fizik mekan olarak oldukça iyi durumdadır ve bu yönüyle kurucularını tebrik etmek gerekiyor) çağdışı bir anlayışla yöneten üniversite sahiplerine sesleniyorum; üniversiteler “yap-satçı kazanç şirketleri, lahana-marul tevzi noktaları ya da kişisel egoların tatmin yerleri” değildir. Bırakın insanlara yaptığınız bu dayatmaları, çekin kalem tutmamış ellerinizi, kafa yormamış-dirsek çürütmemiş bedenlerinizi “her işin parayla ilgisi var, ita amiri de benim, devletten tescilli bu” deyip akademik işleri bile senatoya, rektöre, dekana, öğretim üyesine dikte ettiğiniz üniversitelerin üstünden! Öğretim üyesinin onuruyla oynamayın, öldürmeyin evrensel üniversite anlayışını.
Ve Devlete sesleniyorum; Hükümet’e, TBMM’ye, YÖK’e vs… Yükseköğretim alanında başıboşluk gemi azıya almış gidiyor. Sayıları aritmetik, sıkıntıları da geometrik hızla büyüyor. Lütfen görün artık bunu … Ve belki üniversitenin evrensel diline uymayacak ama ben yine de ayniyle söyleyeyim: “Allah rızası için bir el atın, bir düzen getirin artık şu üniversitelere.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.