Kim kimi oyalıyor?
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği yolundaki macerasının, dünyada bir benzeri olmadığı doğru. Ülkemizden çok sonra birliğe üye olmak isteyen ve müracaat eden onlarca ülke AB üyesi oldu. Hem de üye olan ülkelerin bir kısmı, uzun yıllar AB değerlerine zıt, yani “demir perde üyesi / Rusya taraftarı” ülkelerdi. Türkiye ise hâlâ “aday üye” olarak bekliyor ya da bekletiliyor.
Türkiye’yi idare edenler son günlerde özellikle bu hususu gündeme getirip, “Ya bizi hemen üye yapın, ya da biz başka birliklere üye oluruz” anlamına gelen açıklamalar yapıyorlar. Bu bakış açısı teknik olarak doğru gibi görünse de temelde pek tutarlı değil. Evet, ortada bir “bekleme” var ama bu beklemenin bütün kabahati AB yöneticilerinde değil. Bu husustaki payımızı, zaaflarımızı, ihmallerimizi de bilmek durumundayız.
Başbakan, resmî bir ziyaret için bulunduğu Prag’da AB maceramızı anlatırken şöyle demiş: “Türkiye’nin AB’ye müracaatı eğer resmî müracaat olarak ele almazsak 50 yılı aşmış durumda. Çünkü bizim asıl bu işin kapısında oluşumuz 59 yıla dayanıyor. 1963 yılında resmî müracaat süresi başlamıştır. Bu süre içerisinde Türkiye’nin bu kadar oyalanması affedilir ve dayanılır bir şey değil. Adama sorarlar, 54 yıl Türkiye gibi bir ülkeyi bu kapıda niye bekletiyorsunuz? (...) Oyalamayın gelin bu işi bitirelim.” (Taraf, 5 Şubat 2013)
AB’nin hatası AB’ye... Peki bizim hatalarımız, eksikliklerimiz neler? Bunu da iyice tahlil etmek ve hatalardan arınmak gerekmez mi?
1963’te (daha öncesi de var) AB’ye müracaat etmişiz, ama sistemimizi o tarihten itibaren düzeltmeye çalışmış mıyız? AB’ye üye olmak isteyen bir ülke bugün bile “darbe anayasası” ile yönetiliyorsa bizden kaynaklanan hatalar yok mu? Üyelik için AB’ye müracaat etmiş bir ülkede (müracaat tarihinden sonra) hemen her 10 yılda bir darbe ya da teşebbüsü olur mu? 1960’taki darbenin yaraları sarılmadan 1971’de muhtıraya dayanmışız. Tam o sıkıntılar aşılacakken bu defa 12 Eylül 1980 darbesi yapılmış. 1980 darbesinin yaraları tedavi edilmeye başlandığı yıllarda bu defa da 28 Şubat 1997 süreci devreye girmiş. 28 Şubat 1997’de yaşananlara “süreç” deyip hafife alamayız. Neticeleri itibarıyla darbeden farksız ircaatlar ortaya konulmuştur.
Bu saydıklarımız herkesin bildiği büyük müdahaleler... Bir de açığa çıkmamış müdahaleler var ki hepsi bir arada düşünüldüğünde AB üyeliği için ödevlerimizi yapamadığımız kabul edilir. Bununla birlikte AB içindeki “ikinci Avrupa” anlayışına sahip yöneticilerin de Türkiye’nin üyeliğine mani olmak için gayret sarfettiklerini unutuyor değiliz. Fakat öncelikle biz vazifelerimizi yapmış olsaydık, AB’ye üye olmadan önce bile hiç değilse darbecilerin tasallutundan, müdahalesinden kurtulmuş olurduk.
Ülkemizin AB üyeliği yolculuğu en başta darbeciler ve onların yaptıkları icraatlarla sabote edilmiştir. Kamlumbağa hızıyla da olsa bu yolda yürürken, her darbede kaplumbağa ters çevrilmiş, yeniden bu yolda ilerlemek için de yıllar kaybedilmiştir. Dolayısı ile AB yöneticilerine kızmadan önce içimizdeki darbecilere ve onların destekçilerine kızmak gerekir.
Her ne kadar “Şanghay Beşlisi”ne üyeliğin AB üyeliğine alternatif olmadığı ifade ediliyorsa da bu beyanlar AB yolculuğunu geciktiren tartışmalardır. Böyle tartışmalarla zaman kaybetmek yerine milletin de arzu ettiği gerçekten sivil, adil ve demokrat bir anayasa yapılsa; dolaylı olarak AB yolu açılmış olmaz mı? Darbecilerin hazırladığı bir anayasa varken kabahati başkasından önce kendimizde aramak isabetli olur.
Ortada bir oyalama var, ama bunu AB yöneticileri mi yoksa ihtiyaç olmayan tartışmaları başlatanlar mı yapıyor o tam belli değil. Üye olmak istediğimiz birliğin her üye adayı için ortaya koyduğu ‘kriterler’i yerine getirmeden “Bizi niçin üye yapmıyorsunuz?” diye nazlanmanın faydası olur mu? Kendi kendimizi oyalamayalım, yeter...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.