Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

''Yuh Artık'' Diye Başlayan Bir Cümle!...

''Yuh Artık'' Diye Başlayan Bir Cümle!...

"Yuh artık" diye Başlayan Bir Cümle!..
ve "Hoşgeldiniz" Yeni Sağlık Bakanımız(1)



"Yuh artık yaa!.. Nedir bu kin, bu düşmanlık, bu garez? Nooluyor bu insanlara böyle?.. Ya da bunu yapan zaten hiç mi insan değildi ki?"

Bu cümleler bana ait değil, internetime düşen bir mailden aktardım...

Hemen hiç bir doktorun yerinden ve halinden memnun olmadığı, hangi konumda olursa olsun bir türlü huzur bulamadığı ve bu sebeple hep bir arayış içerisinde olduğu günleri yaşadığımız bu zaman diliminde, ben de İstanbul Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı görevinden istifa etmiş bir hekim olarak memleketim Rize'deyim. Yerimi bulmaya, üç günlük şu yalan dünyadan kalan günlerimizi nasıl daha iyi kullanabileceğimize dair bir takım değerlendirmeler yapmaya çalışıyorum.

Saat sabahın altısı. Gün henüz ışımaya başlamış. Allah kabul etsin, malum vazifemizi yapmış, şehrin doğusuna doğru, denizin hemen üstünde, bir yakınıma ait evin salonundan şehrin güzelliğini seyrediyorum. Hani tabir yerindeyse “Allah övmüş de yaratmış” buraları.

Doğal yapı harika; tatlı kıvrımlı ay şeklindeki koy, ucundaki şık liman, uzayıp giden sırtlar-tepeler, silüet tam bir tablo. Hava da Şubat ayında olmayacak güzellikte. O saatte yeterli aydınlık olmadığı için sahil yolunun kenarına, tepelere, yamaçlara, aklınıza gelebilecek, (hatta Karadenizli olmayanların aklına gelemeyecek!) her yere, hangi şehircilik anlayışıyla izin verildiğini anlşılamayan beton yığınları henüz gözükmüyor.

Yani hemen her şehrimizde olduğu gibi plansız yapılmış ve mahalleleri alacalı bulacalı çirkin bir görünüme sokacak şekilde berbat boyanmış, doğayla hiç de uyumlu olmayan binalar keyfimi kaçır(a)mıyor. Rizenin gece manzarası gündüzünden çok daha güzel. Karanlık insan eliyle yapılan bu çirkinlikleri örtüyor çünkü. Bir de buna, engin denizin kenarında sabahın asude dinginliği eklenince... Keyfim hiç de fena değil doğrusu. Çok sıkıntılı geçen son bir yılın ardından gelen bir rahatlama, bir huzur var içimde. Hem birazdan tepeler yeşil, gök mavi, deniz de lacivert olacak...

Ama hayat devam ediyor. “La rahate fiddünya” der ya eskiler. İstanbuldan haber bekliyorum. Bir yakınım yoğun bakımda, durumu kritik… Telefonum sessizdeydi. “Acaba bir haber var mı?” diye baktığımda bir mail gördüm ekranda; şükür haber yakınıma ait değildi! Ama maili açtığımda en az ondan gelecek diye korktuğum kötü haber kadar can sıkıcı bir yazıyla karşılaştım.

Mailde makalenin girişindeki cümleler vardı, altında ise şu haber: "Ağrı Devlet Hastanesi’nde Nöroloji Uzmanı olarak görev yapan 7 aylık hamile Dr. N.Ü. (37), bir hasta yakınının saldırısına uğradı. Karnına aldığı tekme darbesi ile erken doğum riski taşıyan doktor N.Ü. 10 günlük rapor aldı."

Evet, maalesef bu ne ilk idi ne de öyle anlaşılıyor ki son olacak. Dolayısıyla "Yuh artık" diye başlayan Dr.Y.G.Doğramacı adlı meslektaşımıza ait olan bu cümleleri sadece bir "sitem" olarak değerlendiremedim ben. Çünkü öyle yalnızca bir kişiye ait basit bir kızma olayı değildi; daha derin, daha şumullu, daha rafine bir şeyler vardı burada.

Suçlamaktan ziyade yürekten duyulan bir acının dışa vuruluşu, hiç de hak edilmeyen davranışlara karşı bir mesleğin-meslektaşın-meslektaşların içten gelen haykırışı ve insani değerlerimize dair bir takım şeylerin fena halde yıpranmışlığının dile getirilişi vardı. Hayal kırıklığı, küskünlük, kırgınlık, mutsuzluk, umutsuzluk… da bulabilirsiniz bu cümlelerde. Aslında bu, kelimenin tam anlamıyla, günümüzdeki hekimlerin içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi irticalen anlatan bir "feryad". Hem de ruhlarda alabildiğine yaşanıldığı çok belli olan yıkıcı-yakıcı böylesine travmalara rağmen edeplice dile getirilmiş.

Olay 6 Şubat 2013, saat 15.15’de Ağrı Devlet Hastanesi’nin Nöroloji Kliniğinde meydana gelmiş. Dr.N.Ü klinikte 105’inci hastasını muayene ederken, içeri giren başka bir hastanın yakını "Benim hastam acil. Hemen muayene et" demiş. Bunun üzerine Dr.N.Ü. burada yapılacak işlemin yetişemeyeceğini belirterek F.E’ye hastasını Acil Servis’e götürmesini söylemiş. Doktorun bu sözleri üzerine çılgına dönen F.E. küfredip üzerine yürümüş. Hasta yakınları ve görevlilerin müdahalesi ile uzaklaştırılmak istenen F.E., hamile doktorun karnına tekme atmış. Aldığı darbe ile fenalık geçiren Dr.N.Ü.ye meslektaşları müdahale etmiş. Yapılan muayenesinde, erken doğum riski taşıdığı belirlenen Dr.N.Ü'ye 10 gün iş göremez raporu verilmiş

Şimdi... Ey Sayın Bakanım, ey necip milletim; Türkler, Kürtler ve diğer tüm vatandaşlarım. Bu olayın neresinden tutalım? Artık tamamen kaybolmaya yüz tutan insanlık değerlerinden mi? Özünü hiç yakalayamadığımız şekilci Müslümanlığımızdan mı? Başüstüne tutmamız gerekirken ayaklar altına aldığımız anne haklarından mı? Anne karnındaki her günahtan masum o bebecikten mı? Hemen her gün lafını ettiğimiz ama bir türlü sahiplerine teslim edemediğimiz kadın haklarından mı? Tarihin her dönemiminde ve her toplumda var olan ama son zamanlarda özellikle de bizde fazlasıyla kaybolan doktora-bilime-bilene saygıdan mı? Yoksa bütün bunların nedenlerinden mi? Mesela yeni sağlık sistemimizden mi? Ya da eskiden “düğmesini sökmek altı aydan başlar” denilen devlet memurluğunun dokunulmazlığından veya dokunulmazlık bir yana şimdilerdeki rahatça tekmelenebilirliğinden mi?

Sayın Bakanım, sevgili meslektaşım sanıyorum sizinle hiç tanışmadık. Aslında aynı okuldan mezun olduk. Ben Cerrahpaşa 80, zat-ı aliniz de öğrendiğiğm kadarıyla 82 mezunusunuz. Biraz da bu sebeple, aynı meslekten ve aynı okullu olmak babında rahat yazıyorum. Zaten yazmakta hiç sıkıntı çekmedim, şimdiye kadar. Çektimse yazdıktan sonra çektim! Bakalım bundan sonra ne olur?! Biz yine “sıkıntısız” yazmaya, söylemeye devam edeceğiz. Çünkü karakterimiz bu, insanımızı, ülkemizi seviyoruz ve de yeni Bakan yeni ümit demek. Dahası yarın Hakk’ın huzurunda “Yaa Şaban Kulum, ben sana akıl verdim, dil verdim, kalem verdim. Niye zekatını vermedin, yazmadın, konuşmadın” diye sorarsa ben ne cevap veririm? Dilsiz şeytan olmak istemem.

El hak ben bu konularda çok yazdım, çok söyledim. Sayıları fazla olmasa da bazı meslektaşlarımız da öyle. Yıllar önce bugünlere gelineceğini işaret ettik, etmeye çalıştık. Ama maalesef dinleyen olmadı. “Dost acı söyler” misali, mesleğimiz, dolayısıyla ülkemiz ve insanımızın geleceğine dair yaptığımız eleştiriler hükümete muhaliflik olarak değerlendirildi. Benim gibi bazı ileri gidenler(!) cezalandırıldı. Kenara itildi, yukarılara gammazlandı, hatta sürgünlere gönderildi. “Kul hakına, liyakata” değil “güçlüye sadakat’a” önem verildi.

Oysa bizler hep şunu dile getirdik: Evet memlekette her alanda olduğu gibi sağlıkta da çok şeyler yapmak gerekiyor, doğru. Aslında güzel şeyler yapılmadı-yapılmıyor da değil. Ama bunları yaparken sindire sindire yapalım, tarihin mesleğe dair bütün olumsuz yükünü bir kuşağın, hatta o kuşağın da birkaç yılına yüklemeyelim. Maddi ve manevi gücümüzü verimli kullanalım. Bir fayda elde ederken bunu meslekleri ezmek ya da meslek mennsuplarına onulmaz acılar çektirmek bahasına yapmayalım. Bu işte ahçı başı doktordur. O yemeği iyi pişirmezse siz bunu altın tabaklarda, beş yıldızlı otel kıvamındaki hastanelerde ve aynı zamanda bedavaya da sunsanız müşteri memnun olmaz. Aldatıcı, geçici bir güzellikten öte geçmez bu. Gerçek bir hizmet vermiş olmazsınız. O müşteri de bir gelir iki gelir... Önce bir alkış tutar ama... o kadar.

İsterseniz bunu siyasi bir dille de anlatalım. Yetmiş beş milyonun yanında ahçıbaşıların sayısı az onları boş verebilirsiniz(!) ama çoğunluk olan müşteri de tıpkı lokantaya geldiği kadar, yani bir oy verir iki oy verir... Ha burada şunu da hemen belirtmek bir hakkın teslimidir: Bu cümlelerle sanki, bütün bu geceyi gündüze katarak yapılan çalışmalar (Allah için ekip çok yoğun çalışmıştır), yıllık elli milyar dolara yaklaşan müthiş harcamalar hep oy almak için yapıldı anlaşılmasın.

On yıldır sağlık sistemini yürüten arkadaşlarımız başta bakan olmak üzere gerçekten samimiyetle çalıştı. Buna Hak ve halk önünde şahidlik yaparım. Ama kendi kafaları doğrultusunda çalıştılar. Kimselere, özellikle de meslektaşlara, yani ahçıbaşlarına kulak vermediler. Genel politikaların tespitinde istişare müessesesi çalıştırılmadı. Onlara sadece patates, soğan teslim edildi. “Bunları soyun herkese yetecek kadar yemek pişirin, herkes istediği zaman yemek yesin” diye dayatıldı. İşin tuzu biberi, besin değeri, vucuda katkısı sorulmadı. Kalite gözardı edildi. Ahçıbaşına da “ne kadar köfte o kadar ekmek” dendi. Onlar da elleri tavanın sapında gözleri sahanın içinde köfte sayarak geçirdiler günlerini, performanslarının karşılığını almak için.

Ve sonuçta bugünlere geldik; sistem tıkandı. İşleyen tarafları yok değil. Mesela doktora ulaşmada kolaylık, kişiye az maliyetle muayene, şık hastanelere yatış gibi. Ama vahim derecede olumsuz iki sonucu var bu sistemin. Birincisi tıp eğitiminin bitme noktasına gelmesi, diğeri ise doktora ve tıp mesleğine karşı gelişen ve bugünkü şiddeti doğuran toplum psikolojisi.

Kısmetse haftaya devam edeceğiz




 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
16 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi