“Âkil adam”lar yerine “deli adam”lar arasak…
Büyüme çağında en çok duyduğumuz kelimelerden biri “akıl”dır: “Akıllı ol!”
Ardından “dengeli ol” çağrısı yaparlar. Sonra da her adımımızı hesaplı-kitaplı atmamızı öğütlerler: “Adımlarına dikkat et!”
“Statüko insanı” böyle yetişir. Ne var ki, tarihte iz bırakan isimler, statükonun dışına çıkan isimlerdir…
Statükonun dışına çıkana da, hiç lamı cimi yok, “deli” derler! Peygamber-i Âlişan Efendimiz’e bile böyle dememişler miydi?
Çünkü dönemin alışkanlıklarının, inançlarının, moda deyişle “kırmızı çizgi”lerinin dışına çıkmıştı. Tek başına bayrak açmış, büyük bir kitleyi karşısına almış, “Yürüdüğünüz yol yanlış, benimle gelin” demişti…
Değişimi göze alamayanlar, rutinin dışına çıkamayanlar, değişip yenileşmekten korkanlar “deli” damgasını vurup ondan kurtulmak istediler.
Aynı hal ne ilginçtir ki, Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin de başına geldi…
“Medresetüzzehra” adıyla Van’da kurmak istediği “Doğu Üniversitesi”ni anlatmak üzere gittiği Padişah, onu dinlemedi. Susturmak için de bir kese altın gönderdi. Reddedince “Padişah ihsanını reddeden delidir” denilerek akıl hastanesine gönderildi. Müşahade altına alındı. Onu muayene eden doktor, “Sizi buraya gönderenler gelsin” diyerek serbest bıraktı.
Cumhuriyet döneminde de durum aynıydı: Milletvekilliği teklifini reddetti. Vaizlik teklifini elinin tersiyle geri çevirdi. Küçücük makamlar için binlerce insanın takla attığı bir devirde “Tüm dünyasını bir bohçaya sığdıran adam” olarak kalmayı yeğledi.
Rahat yaşamak varken zulme, baskıya razı oldu. Yine “deli” deyip Barla’ya sürdüler… Yok edeceklerdi, ama yokluk içinde var olmayı başardı.
Aslına bakarsanız meşhur filozof Romen Diyojen de bir “deli”ydi: Bir eli yağda, bir eli balda yaşamak varken hepsini reddetmiş, fıçının içinde yaşamayı yeğlemişti.
Bir gün ziyaretine gelip bir ihtiyacı olup olmadığını soran Büyük İskender’e, “Gölge etme başka ihsan istemez” deyiverdi…
Hâlbuki akıllılar, İskender’in gölgesini olsun görebilmek için günlerce kuyrukta bekliyorlardı. Belli ki Diyojen, müseccel bir “deli”ydi!
Edison’a da “deli” damgası vuruldu: Herkes gibi çalışıp kazanacağına, servetine servet katacağına ahırdan bozma bir laboratuvara kapanmış, gerçekleşmeyecek bir hayalin arkasına takılmıştı…
Güneşten bir parça alıp cam fanusa koyacak (ampulü başka nasıl tarif etsin), herkes onunla aydınlanacaktı. Hâlbuki yağ olmadan fitil olmadan ışık olmazdı. Bu gerçeği çocuklar dahi bilirken, Edison’un bilmemesi aklın alacağı şey değildi: Belli ki adam “deli”ydi!
Mahallenin “âkil adam”ları sık sık toplanıp Edison’u irşada giderlerdi: “Yağ olmadan, fitil olmadan ışık olmaz. Kendini boş yere telef ediyorsun.”
Çünkü “âkil adam”lar sadece gördüklerine inanıyor, başka türlüsünün olabileceğine ihtimal dahi vermiyorlardı. Onlara göre ışığın kaynağı çoktan bulunmuştu: Lamba. Yüzyıllardan beri o kaynaktan yararlanılıyordu. Bunun ötesini düşünmek, başka ışık kaynakları bulmaya çalışmak “delilik”ti.
Tarihsel örnekleri çoğaltmak, hatta keyfine bakabilecekken İstanbul’u fethetme çilesini göze alan Fatih Sultan Mehmed’i, Hilâfet yolunda, Büyük İskender’in geçemediği tehlikeli Sina Çölü’nü, ölüm pahasına geçen Yavuz Sultan Selim’i ve daha nicelerini bu listeye eklemek mümkün…
Sonuç şu: Akıllı düşünene kadar deli köprüyü geçer!
Türkiye’nin, kırmızı çizgilerin dışına çıkabilecek bu türden “deli”lere ihtiyacı var!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.