Duruşumuz mu bozuldu?
“Ehl-i dünya” dediklerimiz, “dindar iktidar hayatımıza müdahale edecek” diye endişelenirken, “iktidar”ın getirdiği imkânlar sebebiyle, kendi hayatımızı değiştirdik…
“İnandığımız gibi yaşama” azmimizi yitirdik!
İktidar Türkiye’yi kalkındırıyor, demokratikleştiriyor, hukuk zeminine oturtuyor; belediyelerimiz şehirleri temizliyor, güzelleştiriyor, yeşillendiriyor; TOKİ başarılı çalışmalarıyla yeni dünyalar inşa ediyor, THY sürekli büyüyor, kazanıyor; asker kışlaya döndü; YÖK ideolojik yaklaşımlardan sıyrılıp yasal çerçevesine oturdu; çeteler temizleniyor, darbe süreci kapandı, YARSAV siyasetle değil hukukla meşgul…
Bunlar çok güzel, ama öte yandan imanlı insanımızda bir başıboşluk, bir başıbozukluk bir umursamazlık, bir derin yozlaşmadır gidiyor! Maddeten zenginleşirken, mânen fakirleşiyoruz.
On yıl kadar önce iktidara geldik, ama hâlâ kültür ve medeniyete ilişkin projelerimiz hayata geçirilemedi, hayallerimizdeki Türkiye kurulamadı. Kültür temellerimize dönemedik. Ayasofya’yı bile açamadık. Hatta “Ruhban Okulu” kadar olsun tartışamadık.
“Ehl-i dünya” televizyonlarla “reyting” yarışına giren “bizden” televizyonları geçtik, TRT’de bile kültür programı mumla aranıyor! (Dursun Gürlek ve Resul Tosun dostlarımla, TRT Anadolu kanalında, Pazar akşamları saat 22. 45’te ‘Muhabbet Meclisi” adıyla bir süredir kültür programları yapmaya çalışıyoruz).
Hani “bizden” belediyeler sürekli kültür programlarıyla halkı bilinçlendireceklerdi ya, bazılarını istisna tutarsak, belediyelerin çoğunda uzun zamandan beri sazlı-sözlü programlar icra ediliyor. Bir kültür programına on eğlence programı düşüyor: Ramazanda bile çalgı-çengi gırla gidiyor!
Hesap, “Aman ‘dinci’ demesinler” hesabı!.. Hedeflerimizin çoğunu bu hesaba kurban ediyoruz!
Hatırlayalım ki, eskiden dindarlar farklıydı… Giyim kuşamlarından tutun, her türlü davranışlarına kadar “fark”ı “fark” ederdik…
Şimdi farksızız… Önce kıyafette farksızlaştık, sonra hâl ve harekette… Sakal “kirli”ye döndü, bıyıklar kırpıldı, saçlar jölelendi, tırnaklar manikürlendi…
“Onlar gibi görünme” hastalığı, sonunda bizi “onlar”a benzetti…
Mevlana Hazretleri bir kez daha haklı çıktı: İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız.
Artık bu süreçteyiz… “Fark”ımız siyasete münhasır kaldı. Dindarlar tarafından vaktiyle “hizmet” mülâhazasıyla kurulan televizyonlar, gazeteler, radyolar bile siyaset farkından öte bir “fark” ortaya koyamıyorlar.
“Ebediyet” yazanlar, “edebiyat” konuşanlar, “kitap-kültür” konularına girenler, üvey evlât muamelesi görüyor!
“Halk böyle istiyor”muş… Yapmayın: Halk bazen yanlış şeyler de ister, ama siz doğrusunu vermelisiniz! “Doğru insan” olmanın başka yolu yok.
Kaldı ki, bazıları kendi tercihini “halkın arzusu” gibi sunabilir!
Bendeniz izninizle buna “itiraz ediyorum” efendim! Halka doğru olanın verilmesi gerektiğine inanıyorum. Sahi, ben bir “gerici” miyim yoksa? Neden bu konuda kelaynaklar gibi yalnızlaştığımı düşünüyorum?
“Dinci” demesinler diye eğilip bükülenleri izlemekten yoruldum. Oysa eskiden “dinciyim” diye bağıranlara itiraz eder, “leblebici gibi oluyor, dindarlık neyinize yetmiyor?” derdim. Artık diyemiyorum: Çünkü “dinciyim” diyen kalmadı, “dindarım” diyen de... Sanki “dindar” olmak utanılacak bir şey!
Biz inandığımız gibi düşünür, düşündüğümüz gibi davranırdık; hâlâ aynı düşünsek bile “ötekiler” gibi davranıyor, onlar gibi yaşıyoruz.
Sanki meşruiyet mührü “ötekiler”de…
Peki, Allah’ın çizdiği “meşruiyet sınırları” ne olacak?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.