Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Ah! Nerede o eski esnaf lokantaları?

Ah! Nerede o eski esnaf lokantaları?

Bakkala, berbere, terziye, aşhaneye gelen “müşteri”nin “misafir” sayıldığı, misafirin hürmetle karşılanıp ağırlandığı günlerde, dışarıda yemek yediğimiz yerlere “aşhane” denirdi.

Rahmetli babacığım da öyle derdi; “Hadi seni bir aşhaneye götüreyim” dediğinde, sevinçten ayaklarım yerden kesilirdi.
O taskebabı severdi, ben haşlama. Sonra sonra ben de taskebabı sevmeye başladım. Birlikte yemeğe çıktığımızda iki taskebabı söyler, suyuna ekmeğimizi bana bana keyifle yerdik.
Sonra “aşhane”nin ismi değişti, “lokanta” oldu; derken “Restaurant”a dönüştü!.. Ardından da “kebapchi”ler türedi…
Geçenlerde bir dostumla böyle bir “kebapchi”deyiz…
Ne hikmettir bilinmez, “kebapçı”lar, “kebapchi”ye dönüşürken, lezzetlerinden bir hayli kaybetmişler…
Eskiden etler “et tadında”ydı; ne olduysa oldu, hayat gibi, etin de tadı kaçtı.
Yüklendiğiniz kolesterol aynı olsa da, lezzet artık o eski lezzet değil!
Birden aklıma takılan soruyu dostuma sordum:
“Sence fazla et yediğimiz için mi böyle şiddete meylettik?”
“Ne alâka?” dedi, şaşkın şaşkın.
“Etoburlar genelde vahşi oluyor ya, ondan!”
Devam etmek niyetindeydim, ama sözüm şiddetli bir çarpma sesiyle kesildi. Önümüzdeki caddede iki araba toslaşmıştı…
Biraz sonra şaşkınlık dağılıyor ve sürücüler bir birlerini boğazlamaya çalışıyorlardı. Küfürler bizim “kebapchy”ye kadar geliyordu.
Arkadaşıma gülümseyerek baktım. O da omuz silkip kebabına daldı…
Yağmur yağmaya başlamıştı, ama kazazedelerin umurunda değildi. Zaman zaman yumruklaşma, zaman zaman küfürleşme ve ağız dalaşı şeklinde, polisler gelene kadar kavga devam etti.
Arkadaşım bir ara kebabından başını kaldırıp kaza yapan arabaların etrafında el-kol hareketleri eşliğinde ahkâm kesen kalabalığa baktı. Eski İstanbulluların el-kol hareketi yapmadan konuştuğunu hatırlamış olacak ki, başını iki yana salladı ve şöyle dedi: “Her şey çok bozuldu.”
Bilmez miyim? Yemekler ve kebaplar bile bozulduktan sonra….

¥

İstanbul’un meşhur esnaf lokantaları vardı. Lezzetli ev yemekleri yaparlardı. En büyük reklâmları bacadan ve kapıdan sızan nefis yemek kokusuydu. Bu kokuya tok bile acıkır, farkında olmadan içeri girip bir masaya otururdu.
Garsonlar genelde ya lokanta sahiplerinden birkaçı ya da yakınlarıydı. Kitap kalınlığında “mönü” henüz icat edilmediği için, hoşbeşten sonra hâl-hatır sorar, ardından mutfaktaki yemekleri tek tek sayar, kendince bazı tavsiyeler yapar, nihayet ne yiyeceğinize kadar vermenizi beklerdi.
Batı’dan henüz “porsiyon” gelmediği için tabaklar ağzına kadar doldurulur, bir tabakla insan doyurulurdu…
Kepçeler tabaklarla birlikte küçüldü. Zaten bir süre sonra da esnaf lokantaları (birkaçı hariç) ortadan kalktı.
Her yer kebapçı…
Küçümsemiyorum, işini doğru-düzgün yapanlar da çok, ancak yılların “kebapçı”sının İngilizce harflerle yazması tepemi attırıyor.
Bir de “müşteri”ye çoktandır “misafir” muamelesi yapılmıyor. Masaya oturur oturmaz tepenize dikilen garsonun, “Bu adam kaç liralık yemek yer, ne kadar bahşiş bırakır?” der gibi bakması çok rahatsız edici.
Affedersiniz, ben bunları düşünürken, kebabım soğudu, iyisi mi daha fazla bekletmeyeyim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi