Mahkeme Siyaset Ve Cesaret
Anayasa Mahkemesinin son kararı da siyasidir, ama bu sefer “maalesef” değil, “iyi ki siyasî”dir.
Ama durum vahim. Böyle giderse hukuka saygı gitti gidiyor ülkede. Yargı aklını başına almalı. Böyle gitmez bu durum. Gitmemeli. çanlar adalet için çalıyorsa, yandık demektir. Malum, “adalet mülkün temelidir.”
Zaten çağa ayak uyduramayan, halkından uzak, halkın inancından, ahlakından, örfünden âdetinden, ihtiyaçlarından uzak, başka dünyaların, başka halkların inanç ve kültürlerinin mahsulü bu yasalar, bir de adaletten uzak uygulanırlarsa, hepten yandık demektir.
Mesela Anayasa Mahkemesinin şu son iki kararına bakınız. İlkinde Anayasa değişikliği oylandı. Aslında gündeme bile alınmayacaktı. çünkü “şeklî” bir karardı ve mahkemenin bunu incelemeye alma yetkisi yoktu. Ama mahkeme anayasayı çiğnedi ve incelemeye aldı.
Millet yuttu mu bunu?
Hayır! Ama çaresiz elleri böğründe seyretti. Ortam kritikti, fazla üzerinde durmadı. Fakat yargıya da bir not verdi.
Sonra kimilerinin “google davası” dediği kapatma davası geldi. Mahkeme yine reddedebilirdi. Nitekim ön incelemeyi yapan raportör de böyle demişti. Ama olmadı. Mahkeme onu da incelemeye aldı.
O günkü kanaatimiz, “bu iş burada bitti” idi. Herkes de öyle söylüyordu. Ama son bir aya gelince havalar değişti. Son haftada “artık kapanmaz” demeye başladı herkes. 6+5 formülü konuşuldu ara çözüm olarak. İtiraz etti hukukçular. “Toto mu bu?” denildi, “hukukta gri olmaz” denildi.
Son güne gelince, eskiden “kapatırlar” diyen Hüseyin Gülerce, “AK Parti Kapatılmayacak” başlıklı yazısında “Bir ay önce yazdığım yazıda, AK Parti'nin kapatılmama ihtimalinin yüzde 1 olduğunu, ama bunun da bir ihtimal olduğunu belirtmiştim. Şimdi, AK Parti kapatılmayacak diyorum” diyor ve sebeplerini sıralıyordu.
Daha da ilginci Vatan’dan Bilal çetin, Anayasa Mahkemesinin kararını aynen ilan ediyordu bir güvendiğine nispet ederek…
Anayasa Başkanı, aynı kararı açıklamadan önce bazı şeyler söyledi. Onu anlayışla karşılıyoruz. Ama hukuk böyle konuşmaz. Hukuk, karar verirken ülke şartlarına bakmaz, ekonomik krizi göz önüne almaz, ülkedeki kaosla ilgilenmez. Kanunda ne yazıyorsa ona bakar.
Niye bakmadı?
Bakamadı!
çünkü bakamazdı. çünkü baştan yanlış yapmış, davayı reddetmesi gerekirken kabul etmişti. Baştan reddetseydi, özür dilemesine ve anlayış beklemesine de gerek kalmayacaktı…
Bu sistem çürümüştür. Bu kurumlar bu vaziyette ülkeye ayak bağıdır. Yeni bir yapılanma gerekir.
Bu tespiti bir zamanlar Gorbaçov döneminde Rusya da yaptı ve gereğini de zaman geçirmeden yerine getirdi. “Kızılordu” itiraz edecek oldu, halk sokağa çıktı, birileri tankın üzerine çıktı. Sonunda ordu da makulü kabullendi ve: “Bu, siyasilerin işidir, biz karışmayız” dedi. Şimdi rahata kavuştu ve o “yeniden yapılanmanın” gününü görüyor.
Biz de bu tespiti yaptık. “Sistem çürümüştür, bu haliyle sağlıklı çalışamıyor” tespiti Demirel’e aittir. Hem de yıllar öncesinden. “Yeni bir Anayasa, yeni bir kanunlar manzumesi, devlette yeni bir örgütlenme, yerinden yönetim, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, merkezin yükünün taşraya dağıtımı…” gibi sloganlar siyasilerin ağzından düşmüyor. Ama icraata gelince “tısss.”
Bir güç her gelişmeden, her yenilenmeden, her yeniden yapılanmadan korkuyor. Her yapılacak olanın Cumhuriyetin temel ilkelerine ters düşeceğinden, onu yok edeceğinden korkuyor. Oysa korkulan adım adım yaklaşıyor, hatta ucundan kıyısından yaşanıyor…
Eğri oturup doğru konuşalım, her iyileştirmenin karşısında ordu engelinden bahsediliyor. Güya bu yapılanmaya ordu izin vermiyor. Gerçekten de öyle mi? Biri bunu açıklasın. Karanlığa kurşun sıkılmasın. Evet, birileri sıkıştıkça “ordu göreve” diyor, ama ordu buna ne diyor?
Burada da kraldan çok kralcılar iş görüyor olmasın? Bakın Anayasa Mahkemesi Kararı sonrası Genel Kurmay Başkanına medya mikrofon uzattılar. “Efendim, ne dersiniz?”
Adamcağız, “Siz benim yerimde olsanız, bir şey der misiniz? Siz söyleyin, benim bir yorum yapamam doğru olur mu? Eğer, ‘doğru olur’ derseniz, ben de bir şeyler söyleyeyim.” Diyor. Onlar da pişkin pişkin: “Doğru olmaz” diyorlar. Adamcağız: “Madem doğru olmaz, öyleyse niye soruyorsunuz? Bu soru bizi üzüyor” diyor haklı olarak.
Daha önce de İlker Başbuğ bu tür adamlara: “Rahat bırakın bizi. Bırakın işimizi yapalım. Bırakın herkes işini yapsın” demişti.
Hükümet her önemli karar aldığında Genel Kurmay’a koşan ve cevap arayan, laf taşımayı marifet sanan koğucular, istiyorlar ki, milletin vatanı korumak için verdiği sopayla askerler, evire çevire milletin seçtiği yöneticileri dövsünler. Oysa milletin seçtiği seçkin yöneticileri dövmek, aynen milleti dövmektir. Böyle bir görüntüden içerde ve dışarıda herkes nefret eder. Bundan ancak “sadistler” zevk alırlar. Sanki asker bu imajdan memnun mu? Değil elbet! öyleyse asıl o fitnecileri iyi tanımalı ve onların fitnelerine hayat hakkı tanınmamalıdır.
Diyeceğim, yöneticiler askerle sağlıklı ilişkiler kurmalı, ülke gerçeklerini anlatmalı, yeniden yapılanmanın gereğini iletmeli ve iyi niyetlerine ikna etmeliler. Onlar da bu vatanın evladı ve en az bizim kadar bu vatanı severler ve elbette iyiliğini isterler. Biz geçmişte bu “diyalog eksikliğinden” çok çektik maalesef.
Diyelim ikna edemediler. Yapacakları yine aynıdır. Yani, ülke için gerekli gördüklerini yasal çerçevede yapmalıdırlar. Bu bir meydan okuma değil, kendine düşen bir görevi yapmadır. Biraz daha sancılı olur belki, ama nihayet herkesin görevi de bellidir. Herkes haddini bildiği kadar, hakkını da bilmeli ve korumalıdır. Hiçbir kurum bir başkasına nasıl “sen üstüne düşeni yapma” diyebilir?
Onun için hayatta bilgi kadar medenî cesaret de gereklidir. ülke için fedakârlık yapamayacak olanlar, lütfen yönetime talip olmasınlar. Başka yapacak iş mi yok Allah aşkına!