Sultan Vahdeddin... İhanet mi etti, ihanete mi uğradı?
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Karabük’te bir konuşma yaptı, ortalık karıştı...
Pardon; ortalık karışmadı da, karışık kafalar ortalığa saçıldı...
Efendim; Mehmet Ali Şahin, partisinin Karabük İlçe Başkanlığı Danışma Meclisi’nde yaptığı açıklamada; “tarih kitapları”nın son Osmanlı Padişahı Sultan Vahdeddin’in vatan haini olduğu konusunda yanlış bilgiler içerdiğini, “Erzurum Kongresi’nin 1. maddesine de yer vermediğini” belirterek, “Milli Eğitim Bakanımız Nabi Avcı’ya çağrıda bulunuyorum, son padişahla ilgili hâlâ aynı hüküm devam ediyorsa tarih kitaplarını değiştirin” der...
Yıllardır Osmanlı’nın son padişahı Vahdeddin’in vatan haini gösterildiğini, bu görüşe katılmadığını ifade eden Şahin, konuşmasına şöyle devam eder:
“Son Osmanlı Padişahı Vahdeddin’in vatan haini olduğu konusunda yanlış bilgiler içeren tarih kitaplarında Erzurum Kongresi’nin 1. maddesi de yer almıyor. Rahmetli Bülent Ecevit, bir gazeteye verdiği demeçte, ‘Vahdeddin hain değildir, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışını onaylayan ve kaderini Atatürk’e teslim eden odur’ demiştir. Bu açıklamadan sonra çok büyük tartışma oldu. Eleştirdiler ama insaflı tarihçiler bu durumu tebrik etmektedir. Birtakım gerçekleri gizlemeye ve tarihi farklı göstermeye hakkımız olmadığını düşünüyorum.
Ecevit’in bu değerlendirmesine bu ülkenin bir vatandaşı olarak aynen katılıyorum.
Vahdeddin, hain değildi.”
1. MADDE NİYE YOK?
Şahin, aynı konuşmasının devamında; “tarih kitapları”nda, “Erzurum Kongresi’nin 1. Maddesi”nin yer almadığına” da dikkat çeker ve bu konuda da der ki;
Erzurum Kongresi’nin 1. Maddesi Meclis tutanaklarında Osmanlıca olarak var... O madde, şöyle diyor:
“Trabzon vilayeti ve Canik sancağıyla şark vilayetleri adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Elazığ, Bitlis vilayeti ve bu saha dahilindeki bağımsız vilayetler, hiçbir sebep ve bahaneyle diğerlerinden ve Osmanlı camiasından ayrılmak imkanı düşünülmeyen bir bütündür. Mutluluk ve felakete tam olarak katılmayı kabul eder ve mukadderatı hakkında aynı amacı benimser. Bu bölgede yaşayan bütün Müslüman unsurlar diğerlerine karşı fedakarlık hissiyle dolu ve ırki ve sosyal durumlarına riayetkâr öz kardeştirler.”
Peki, Mehmet Ali Şahin, bu maddenin üzerinde neden bu kadar duruyor?.. Bu maddenin önemi nedir?
Cevabı, M.Ali Şahin veriyor:
“Bu, ne demek biliyor musunuz?
Farklı etnik kökenlere sahip, farklı ana dilleri de olsa, Erzurum’da bir araya gelenler, birbirinin bu özelliğine saygı gösterirler ama hepsi öz kardeştirler.”
Sizin anlayacağınız;
Erzurum Kongresi’nin 1. maddesi, aynı zamanda “Türk-Kürt kardeşliği”nin bildirisidir!..
Kim bilir, belki de bu kardeşliği istemeyenlerin engellemesiyle “resmi tarih kitapları”nda yer almamıştır.
Öyle umuyorum ki;
Sayın Nabi Avcı, bu çağrıya kulak verecek; hem Vahdeddin Han’la ilgili hatayı düzeltecek, hem de “1. Madde”yi tarih kitaplarına koyduracaktır.
Bunları, bizler biliyoruz da;
Çocuklarımız da bilsin!..
NUTUK, SİYASİ BİR KİTAP!
Bunu böylece belirttikten sonra, gelelim Mehmet Ali Şahin’in gündeme getirdiği Vahdeddin Han meselesine...
Çok doğru;
Vahdeddin Han, asla ve kat’a “vatan haini” değildi... Ama, bunu sen gel de, “MHP’li ve CHP’li kafalara” anlat!..
Şahin’in sözleri üzerine küplere binip, “demeç bombardımanı”na başladılar.
Tarihçi olduğunu zanneden Sinan Meydan adlı biri; Mustafa Kemal’in Nutuk’ta, Vahdeddin için “soysuzlaşmış yaratık” ifadesini kullandığını hatırlatarak, “Mehmet Ali Şahin yarın Nutuk’u da mı toplattıracak?” diye sormuş!..
CHP İstanbul Milletvekili Fatma Nur Serter ise “Elem verici buluyorum. Açıkça Cumhuriyet değerleriyle savaşın ilanı. Türk eğitim sistemini hangi noktaya sürükleyeceklerinin işaretleri bunlar” diye konuşmuş!..
Önce Sinan Meydan adlı zata, birkaç madde halinde cevap verelim:
l BİR: Mustafa Kemal Atatürk de yazmış olsa, Nutuk, asla bir “tarih kitabı” değildir... Nutuk, adı üstünde “siyasal bir kitap”tır, evet “önemlidir” ama tarihi değeri yoktur...
Yani, “tarihi belge” niteliği taşımaz!..
Dolayısıyla, Mustafa Kemal’in, orada Vahdeddin Han için sarf ettiği cümle, “şahsî görüş”ünden öte bir anlam taşımaz.
Dedik ya;
Nutuk, “siyasî bir hitap”tır, “siyasi bir kitap”tır!.. Ama, bir “tarih kitabı” değildir.
ATATÜRK’Ü KİM GÖNDERDİ?
l İKİ: Otuz altıncı ve son Osmanlı padişahı, yüz birinci İslâm halifesi olan Sultan Vahdeddin, 4 Temmuz 1918’de ağabeyi Sultan Reşat’ın vefat ettiği gün padişah ve halife oldu.
Ancak çok kısa bir süre sonra takvimler 16 Mart 1920’yi gösterirken Osmanlı toprakları İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi... Bütün girişimlerin sonuçsuz kaldığını ve işgal altındaki kumandanları Anadolu’ya göndermek ve kurtuluş mücadelesini oralardan başlatmak istedi... Ancak davet edilip vazife verilen bütün kumandanlar; “Dış dünyaya karşı harp edilmez. Bu iş olmaz. Yeniliriz” diyerek gitmeyi reddettiler.
Sultan’ın kurtuluşun Anadolu’dan gerçekleşeceğine ümidi tamdı... Bir ara kendisi gitmeyi düşündü ise de, İngilizler, “Eğer Anadolu’ya geçersen İstanbul’u Rumlara işgal ettirir, taş üstünde taş bırakmayız” diyerek engellediler.
Bunun üzerine bir gün “Cuma selamlığı”ndan sonra saraya çağırdığı Mustafa Kemal’e, İngiliz gemilerini göstererek; “Paşa! Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Ancak asıl şimdi yapacağın hizmet, hepsinden mühim olabilir. Devleti kurtarabilirsin!” dedikten sonra, büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi.
Böylece İstiklâl mücadelesi başlamış oldu.
l ÜÇ: Mustafa Kemal’in; Sultan Vahdeddin’in girişimleriyle İstanbul’dan nasıl ayrıldığı, Samsun’a nasıl ayak bastığı ve “amacının ne olduğu” gerçek tarih kitaplarında uzun uzun anlatılır.
Ama ben; “9. Hariciye Müfettişi” olarak Samsun’a gönderilen Mustafa Kemal’in; hareketinden önce; Harbiye Nezareti’ne yazdığı, “Şu kadar tahsisat... Emrime de iki otomobil isterim” şeklindeki talebinin, olayı anlamak için yeterli olacağı kanaatindeyim...
Bu talep; herhalde “Sarı çizmeli Mehmet Ağa” tarafından değil, “Sultan Vahdeddin” tarafından karşılandı... Ki, Mustafa Kemal, Samsun ve Havza’yı padişahın tahsis ettiği o otomobillerle dolaşmıştır.
l DÖRT: Erzurum’da, “Kongre” toplanmadan önce baş başa görüşen Kazım Karabekir ve Mustafa Kemal, “Ne yapmalıyız, ne etmeliyiz de Padişah Efendimiz’i ve Hilâfet’i kurtaralım” diye kafa yormuşlardır.
ÖLÜSÜNE BİLE HACİZ!
Bu dört noktayı vuzuha kavuşturduktan sonra gelelim “Sultan Vahdeddin Han’ın kişiliği”ne ve onun “vatan haini” olup-olmadığı meselesine...
Önce, kısa bir bilgi:
Sultan Abdülmecid ile Gülüstü Sultan’ın oğulları olarak 2 Şubat 1861’de dünyaya gelen Sultan Vahdeddin, 4 Temmuz 1918’de Osmanlı Devleti’nin otuz altıncı ve son padişahı olmuştur... Tam anlamıyla iflasın eşiğinde olan bir ülkeyi idare etmekle çetin bir imtihan yaşayan Vahdeddin, 17 Kasım 1922 tarihinde, ülkesini terk etmek zorunda kalmış ve vatanından koparken yanında “şahsi ve pek cüz’i mal varlığı”ndan başka bir şey götürmediği için, “yokluklar” içinde yaşadığı hicret hayatını, 16 Mayıs 1926’da noktalamıştır.
“Yokluk” dedim de, aklıma geldi.
“Harem”ini bile yanına almadan İstanbul’a veda eden Sultan, İtalya’nın San Remo kentine gidiyor ve oraya yerleşiyor.
Dört yıl sonra da aynı şehirde vefat ediyor.
Hem de kederinden.
Olaya tanık olanlar; Sultan’ın; çok cüz’i bir parayla yurtdışında yaşadığını ve kısa sürede bu paranın bittiğini söylüyorlar. Bu yüzden, padişahın borçla yaşadığı belirtiliyor.
Öyle bir “yokluk” yaşamış ki; öldüğü gün evine haciz geliyor ve icra memurları naaşının bulunduğu tabuta haciz koyuyor. Borç ödenemediği için de cenaze işlemleri gerçekleştirilemiyor.
Padişahın cansız bedeni, San Remo’daki evinde; kasaba, bakkala ve fırına olan borçlarından dolayı, tabutu hacizli olduğu için tam 40 gün bekletiliyor. Acılı ailesi, kokusundan durulmayan bu cenazeyle birlikte yaşamak zorunda kalıyor ne yazık ki!..
Nihayet 40 gün sonra eşin-dostun yardımıyla haciz kaldırılıyor; Türkiye tarafından kabul edilmeyen cenaze, Şam’daki Sultan Selim Camii’ne defnediliyor.
Söyleyin Allah aşkına;
Bu mu, “vatan haini” padişah?..
Bu mu “Hazine’yi soyup-soğana çeviren ve gemi ile kaçan” zat?..
Kim ne derse desin;
Ben derim ki; Sultan Vahdeddin Han, asla “ihanet eden” olmadı!..
Tam aksine, “ihanete uğrayan” biriydi!
Bu, böyle bilinmeli...
CHP ve MHP’nin “halk” korkusu!
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, Amerika’da, biz “10 gazete yöneticisi”ne açıkladığı “2014’te 3 sandık” meselesi gayet açık: “Belediye Başkanlığı seçimi, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve Anayasa Referandumu.”
Yeni Anayasa, “uzlaşma” ile yani “367’nin üzerinde bir oy”la kabul edilse bile, “refe-randum”a gidilecek... Başbakan Erdoğan’ın, “yeni anayasa” tartışmaları ilk gündeme geldiğinde sözünü ettiği “referandum” meselesine, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ önceki gün açıklık getirmiş ve demiş ki;
“Diyelim, CHP veya MHP olsak 367’nin üzerinde oluyor ama yine halk oylaması lazım... Uzlaşma Komisyonu çıkarsa yine halk oylaması lazım... BDP ile olunduğunda zaten 367’nin altında, zorunlu bir halk oylaması lazım...
İster zorunlu olsun, ister 367’nin üzerinde olsun her halükârda yeni anayasa halk oylamasından sonra yürürlüğe girecektir.”
O halde; kim, neyi tartışıyor?..
Gayet net ve açık ki; CHP ve MHP, “Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesini” istemiyor...
İstiyorlar ki, “eski sistem” devam etsin ve Cumhurbaşkanı’nı “Meclis” seçsin...
Ama, bilmiyorlar ki; o, “Eski Türkiye’de” kaldı... CHP ve MHP’nin, “Yeni Türkiye’ye” ayak uydurmaktan başka çareleri yok!..
Hiç kimse, nehirleri tersine akıtamaz!..