Aslî Vazifemiz
Allah bizden dini güzelce öğrenmemizi, en azından bizim hayatımızla ilgili ilahî hükümleri öğrenmemizi ve onları ihlasla yaşayarak hayatımızda uygulamamızı ister. Öncelikle bunu ister bizden dinimiz.
Bu az bir şey değildir. Hatta bu dinimizin “cihad-ı ekber” dediği çok önemli bir ameliyedir. Bir Müslüman bu kadarla kalsa bile faziletli bir insandır ve hürmete şayandır. Kim bilir bu samimi haliyle kimleri etkileyerek dil dudak deprenmeden sessiz sedasız bir hitabetle dinini tebliğ edip yayacaktır.
Bununla beraber Rabbimiz bize tebliğ etmemizi ve dinimizi insanlara akıllarının miktarınca anlatmamızı, tanıtmamızı, öğretmemizi de istemiştir. Buna da davet, tebliğ, irşat ve nasihat diyoruz. İyiliği emretme, kötülükten sakındırmak da bu esaslardandır. Bunlar “hüsrandan kurtulan Müslümanlar” olarak iman, amel, hakkı tavsiye ve sabrı, yani bu uğurda dayanmayı, direnmeyi ve devam etmeyi karşılıklı tavsiyeleşme gibi Kur’an-ı Kerîm’in ifade ettiği temel ilkelerimizdendir.
Bu çabaların nihaî hedefi, İslam’ı bütün dinlere, sistemlere hâkim kılmaktır. Yeryüzüne kapitalistler, sosyalistler, faşistler, kısacası kan dökücü ve bozgunculuk çıkarıcı zalim kafirler değil, vasat ümmetin adil ve dengeli dini hâkim olsun. Böylece dünya çapında barışı getirsin ve korusun, zulmü ve sömürüyü yeryüzünden kaldırsın. Bu da bizden istemiştir.
Bütün bunlar için çalışmak bir ibadettir ve bizim en büyük temel vazifelerimizdendir. İyi niyet ve ihlasla önce iman ve amel diyerek kendimizden başlamak, vazifemizi yapmak olarak bizim için yeterli olabilir. Sıradan insanlar bunu yapabilirlerse, birer veli, yani Allah dostu olurlar. Ama daha sonrasını da yapmak, yani sair insanlara da ulaşmak, bunun için en büyük ceht ve çabalara bulaşmak, bu dinin zirvelerinde gezinmektir. Bu mübarek insanlar ümmetin tabii önderleridir ve hep hürmet görmelidirler. Zira onlar kendi çağlarının peygamber temsilcileridir. Yani “Benî İsrailin nebileri” gibidirler.
Kural ve kaidelere uyarak hareket edip sonuçta başarıya ulaşmak ve güzel sonuçlar almak, elbette bizi sevindirir. Ama unutmayalım ki, bu bizim ne vazifemizdir, ne de sorumluluğumuzdur. Yani Allah görevi yapıp yapmadığımızı sorar, ama başarılı olup olmadığımızı sormaz. Biz dahi Allah'a, bizi niçin başarılı kılıp kılmadığını soramayız.
Tekrar gibi olacaksa da önemine binaen bir kere daha ifade edelim ki, bize düşen vazife, ihlas ile ilahi emirleri yerine getirmek ve O'nun rızasını kazanmaktır. Başka bir menfaat da beklememektir. Halka minnet etmemektir. Bir menfaat varsa o da ahirette verilecektir. Şu söyleyeceğimi herkesten beklememeliyiz, zira bunu ancak İslam’ın zirvelerinde yaşayan yiğitler yapar. Evet onlar, yaptıklarını, ahiret sevabını dahi amaçlamadan, bir vazife olarak sırf Allah için yaparlar. İşte bu tam bir İhlastır, ihsanın, yani Allah Teâlâ’yı görüyormuş gibi iş yapmanın, her an huzurda olduklarının bilincinde olmanın ta kendisidir. Onlar, “ilahî, ente maksûdî ve rızake matlûbî” derler sık sık.
Bununla beraber, dünyada da bir menfaat gelirse, ki elbette gelir, temel kural, onu da şükür ile, hamd-u senâ ile karşılamak ve Allah adıyla kullanmaktır. Asla övünmemek, kibir ve kendini beğenmişliğe düşmemektir. Halka minnet etmemek, yaptıklarını kimsenin başına kakmamak, iyilikleri dünyada yiyip bitirmemektir.
Belki burada söylenecek son bir söz daha vardır ama yazı uzadı, onu da gelecek yazıya havale edelim inşallah.