Gezi’den, PKK’ya... Küresel güçlerin hazmedemediği Türkiye!
Önceki gün de yazdığım gibi; Türkiye bir yandan “15 Ağustos’ta yeniden ateşlenecek” eylemlerle meşgul ediliyor, bir yandan da “Sınırda PKK devleti” tehlikesi ile uğraştırılıyor.
Herkesin bildiği gibi;
KCK’nın, geçtiğimiz günlerde açıkladığı 10 maddelik “Siyasi Tutum Belgesi”nde yer alan “Suriye’nin Kuzeyi’nde Kürt Özerk Bölgesi kurulması” plânı, adım adım uygulamaya konuluyor...
Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesine komşu Rasulayn kasabasının ele geçirilmesi ve “özerklik” ilanının gündeme gelmesi, “Dört Parçalı Kürdistan Devleti”ne giden yolda yeni bir aşama olarak değerlendiriliyor.
Bu da; aslında “Türkiye’deki Gezi olayları” ve “Mısır’daki darbe”yi açıklamaya yeter... Dahası, “Suriye’de 100 bini aşkın insanın katledilmesi”ne rağmen Batı’nın “seyirci” kalmasını da izah eder.
“Çözüm Süreci”nin devam ettiği şu “kritik günler”de, “PKK’nın sergilediği provokasyonlar” da, “Türkiye’nin elini-kolunu bağlamaya” yönelik “plân”ların parçalarıdır.
SAVAŞ DUASINA ÇIKANLAR
Türkiye kamuoyu bir “manipülasyon” ve “psikolojik savaş” bombardımanı altında...
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı ve AK Parti Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan geçtiğimiz günlerde; Çözüm Süreci’nde bir “enformasyon savaşı” yaşandığına dikkat çekiyor ve diyordu ki;
“Yalan yanlış bilgilerle, dezenformasyon ve manipülasyonlarla toplumsal algı yönetilmeye çalışılıyor...
Mesela; son dönemde örgüte çok büyük katılımların olduğu, 2 bin 3 bin kişinin örgüte katılarak Kandil’e gittiği söylentisi gerçeği yansıtmıyor.
Örgüt her yıl kaybettiği elemanların yerine belli sayıda insanı geri koymaya çalışmaktadır. Örneğin geçen yıl bin 500’e yakın sayıda örgüt üyesi etkisiz hale getirilmiştir, ancak bunun yarısı bile geri kazanılamamıştır.
Süreçte hükümet elbette gelişmeleri yakından izleyerek gereken tedbirleri hayata geçirmek durumundadır. Her zaman söylediğimiz gibi ihtiyat, dikkat, teenni, gözü açıklık önem taşıyor. Bu yönde kaygısı olan bazı kesimlerin iyi niyetli uyarılarını da dikkate alıyoruz. Ancak aşırı derecede karamsarlık pompalamak ve dezenformasyonla sürecin arkasındaki toplumsal desteği çökertmeye çalışmak kimseye bir fayda sağlamaz.
Savaş duasına çıkarcasına felaket dellâllığı yapmak akan kanın devamını istemek anlamına gelir.
Cizre’de sözde asayiş timi görüntülerinin basına yansıtılmasının ardından Diyarbakır’da terör örgütü PKK’lılar için mezarlık düzenlemesine ilişkin organizasyonlar da maksatlı olarak hazırlanmıştır. Her iki olay da psikolojik harekatın parçası, özel bir imalattır.
Örgüt, bu tür sembolik gösterilerle bölgede otorite tesis ettiği gibi bir görüntü vermek istiyor olabilir. Ancak kimsenin görmediği bir sokakta çok kısa süreli bu tür tiyatroların sergilenmesi, bir fotoğraf karesinin bütün bir bölgenin görüntüsü gibi sunulması maksatlı bir tertibe benziyor. Bu tür olaylar toplumda sürece yönelik desteği azaltmak ve halkta alerji oluşturmak için tezgahlanıyor olabilir.
Birileri bu tür görüntüleri imal edip, toplumu ajite edecek şekilde propaganda yapıyor. Bunlara müsamaha gösterilmesi söz konusu olamaz, nitekim inceleme ve soruşturmalarla da hemen üzerine gidilmiştir.”
(....)
“Türkiye’de devam etmekte olan çözüm süreci açısından da Suriye’deki gelişmeler önem taşıyor. PYD’nin başkanı olan Salih Müslim, çözüm sürecinin Suriye Kürtlerinin lehine olduğunu, Suriye’deki inkar politikasının çökeceğini, Türkiye ile ilişkilerinin daha iyi bir mecraya gireceğini söylüyordu. Oysa son günlerdeki gelişmeler ciddi bir kırılganlık üretiyor. PYD’nin Suriye’de girişeceği bir macera daha büyük sorunlara sebep olabilir. Şu günlerde demokratik özerklik ilan edeceği iddia edilen PYD ateşle oynamamalıdır.”
Yalçın Akdoğan’ın bu “tesbit” ve “uyarı”larına katılmamak, elbette mümkün değil... Bir “Süreç”e girildiyse, sürecin tarafları “katkı” sunmalı değil mi?..
En başta dedim ya;
Türkiye bir yandan “Gezi Olayları” ve “PKK’nın provokasyonları” ile bir yandan da “Mısır ve Suriye” ile sıkıştırılmak isteniyor.
Peki, niye?..
BATI ENDİŞELİ, ÇÜNKÜ!
Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil’in dediği gibi; “Küresel Güçler, Büyük Türkiye’yi kabullenemiyor” da, ondan!
Efendim, geçtiğimiz günlerde sayın Nevzat Pakdil’den bir “mail” aldım...
Bana gönderdiği yazısında, “geniş bir Türkiye tahlili” yapmış ve “dünden-bugüne” bir yolculuk yapmış... Ben, bu yazıdan çok istifade ettim ve istedim ki sizler de istifade edin...
Pakdil’in yazısını; birlikte okuyalım:
“Türkiye, günlerdir Gezi Parkı olaylarına kilitlendi. Gezi Parkı olayları, Türkiye’den daha çok küresel güçler tarafından konuşulmaya, tartışılmaya ve yazılmaya devam ediyor... Bu konuşma ve tartışma Türkiye’yi düze çıkarma, bir müttefike yardımcı olma gayretleri değil, “büyüyen, gelişen, sözü geçen bir ülkeyi dize getirme operasyonu”ndan başka bir şey değildir.
Batı kaynaklı Türkiye aleyhtarı propaganda ve yanlı enformasyonların sebebi açık ve nettir. İnsansız hava aracını, tankını, uydusunu, akıllı bombalarını üretme kapasitesini yakalamış bir Türkiye, en çok dünya pazarını ele geçirmiş batılı ülkelerin çıkarlarına dokunmaktadır.
Devletimizin küresel bir güç olmaya doğru gidişi, kendi iç dinamiklerinde sorunlarını çözme kabiliyeti Batılıları endişelendirmeye başlamıştır.
Türkiye’nin büyümesi ve Türkçe’nin bir dünya dili haline gelmesi, batılı güçlerin yıllardır sürdürdüğü küresel kitle kültürü egemenliğini kaybetme tedirginliğini de beraberinde getirmiştir. Küresel kitle kültürü Batı merkezlidir ve kendine özgü dinamikleri vardır. Dünya coğrafyasında Türkçe’nin konuşulmaya başlanması, Türk Dili Konuşan Ülkeler Asamblesi’nin oluşturulması, Türk-İş Konseyi’nin kurulması, Türksoy, Türk Keneşi tipi örgütlenmelerin yapılması ve dünyanın her ülkesinde Türkçe eğitim veren okulların açılması, küresel kitle kültürünün yönünü değiştirmeye başlamıştır.
Medeniyetler çatışması tezini işleyen Samuel Phillips Huntington, “Türkiye ‘yalnız’ ülkeler kategorisinde olan bir ülkedir, yani herhangi bir büyük kültüre ait değildir” demişti. Fakat bu tezin üzerinde çeyrek asır bile geçmeden Türkiye’nin ve Türkçe’nin geldiği nokta Küresel Güçleri tedirgin etmeye yetmiştir.
Küreselleşmeyi ulusal kişilikler üzerindeki etkisi çerçevesinde değerlendirecek olursak, küreselleşmenin ötekileştirme, medeniyetler çatışması, dışlama, sömürgeleştirme, yerellikleri asimile etme, değerleri çözme, kültürleri tek tipleştirme gibi sonuçlar doğurduğunu görürüz.
Oysa küreselleşmenin özü, Batı’nın altyapısı sayılan kapitalizmin ve üstyapısı olarak belirlenen “rasyonalizm, demokrasi, insan hakları”nın tüm dünyaya yayılmasıdır.
Burada olay; kimi büyük ülkelerin planlı-programlı bir genişleme stratejisiyle birlikte, sermayenin temel amacı olan kârın azami hadde çıkarılmasının itici gücünden kaynaklanmaktadır.
Bu da;
Doğal olarak, pazarın büyütülmesiyle olacaktır... Pazarın genişlemesi yerine, mevcut pazarların Türkiye tarafından ele geçirilmesi batı açısından ciddi bir sorun olarak görülmektedir.
Düne kadar “küreselleşme”de yerel kültüre ancak folklor çerçevesine sığabilecek kadar bir yer tanınıyor, modernlik kavramının saflığının “İslami” ya da “Türk” gibi bir niteleyici sıfatla bozulmasını kabul etmiyordu. Fakat Türkiye’nin güçlenmesi dünyadaki dengeleri değiştirmeye başladı.
Bu noktaya nasıl geldik?
YARINKİ TÜRKİYE-BUGÜNKÜ TÜRKİYE
Nurettin Topçu, 1961 yılında yayımlanan “Yarınki Türkiye” isimli kitabında bazı tespitleri şöyle yapıyordu:
“Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lâkin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir.
Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzluktan dinleyeceklerdir.
Yarınki Türkiye’nin kurucuları, millet uğrunda fedakârlıklar kabullenenlerin artık bulunmadığı cemiyetimizde, muhtelif sîmâda insanları şahıslarında birleştireceklerdir. Onlarda Yunus, Yavuz’la birleşecek, Sinan, Âkif’e uzanacak, Ebu Hanife, Hüseyin Avni’yi tebrik edecektir.”
Ve onların eseri olan yarınki Türkiye, şu temellerin üstünde kurulacak: Anadolu’nun toprağından kaynayan bir kan, toplum için harcanan emek, bin yıllık bir tarih, güçlü bir devlet ve ebedî olduğuna inanmış bir ruh!”
Doğrusunu söylemek gerekirse yarım yüzyıldan önce söylenen bu sözler, yazılan satırlar günümüzde karşılığını bulmuştur. Nurettin Topçu’nun tarif ettiği Yarınki Türkiye, küresel güçlerin bir türlü kabul edemediği Bugünkü Türkiye kurulmuştur.
Bir maden işçisi gibi ağır çalışma şartlarında mücadele veren, düşünen, üreten bir gençlik yetişti ve Türkiye’yi çok güzel noktalara taşıdı. Tüm “çakıl taşları”na, “deve dikenleri”ne ve “engelleme”lere rağmen Türkiye, özüne dönmeyi başardı.
Bugünlere nasıl gelinmiştir?
Verilen mücadeleden haberimiz var mıdır? Gelinen noktada Necip Fazıl Kısakürek’in tarif ettiği gençliğin emeği büyüktür. Bu gençliği Necip Fazıl Kısakürek şöyle tarif eder:
“Kim var!” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert (Ben varım!) cevabını verici, her ferdi (Benim olmadığım yerde kimse yoktur!) duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...”
Bugünkü Türkiye’yi kuranlar, Türkçeyi küresel bir dil haline getirenler aç kaldılar, açıkta kaldılar, hor görüldüler. Fakat pes etmediler.
Onlar hayatlarını ortaya koyarak, hayatlarını hiçe sayarak çalıştılar, çabaladılar ve başarıya ulaştılar.
Gelinen noktada ülkemizi daha ileriye taşıma gibi bir görevimiz bulunmaktadır.
ERDOĞAN, BİR ŞANS
Şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor: Avrupa kıtası; aslında tarihteki bazı olayları kapatmak için, dış dünyanın üzerinde ısrarla bir denetçilik görevi üstlenmiştir ve orada medenileştirme misyonu dediğimiz sürece benzeyen bir nevi insan hakları misyonerliğini bunun için yüklenmektedir. Batılılar bu sürecin dışındaki hiçbir gelişmeyi kabullenmek istememektedirler. Gezi Parkı eylemleri, Reyhanlı bombalı saldırısı ve diğer olayların arkasında aranması gereken sebep de budur.
Böyle bir ortamda Türkiye’nin en önemli şansı Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. Korkuları yönetebilen, hedefler koyan, konulan hedeflere ulaşma azmi olan, devletini ve teşkilatını ayakta tutan, kendisinden çok ülkesini ve halkını düşünen bir lider olan Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, milletimizin moral değerlerini de hep ayakta tutmuştur. Başbakanımız, Türkiye’nin gelecek yüzyılının planlanmasında 2023, 2053 ve 2071 hedeflerini de belirlemiştir.
Sonuç olarak;
Bizler Türkiye’yi mamur etmeye devam edeceğiz. 2023, 2053 ve 2071 hedeflerimizi gerçekleştireceğiz. Bu hedefleri gerçekleştirmememiz için önümüze engeller konulacaktır, bunun da bilincindeyiz. Büyük ve güçlü Türkiye’yi görmek istemeyenler olacaktır. Burada en önemli husus halkımızın bu oyunları iyi analiz etmesi ve yasadışı örgütlerin tezgâhı konusunda çok dikkatli olmasıdır.”
Sayın Nevzat Pakdil’e, bu “değerlen-dirme”leri ve “ufuk açıcı tahlil”leri dolayısıyla teşekkür ediyorum.
İşin özü ve özeti şu:
“Küresel güçler Büyük Türkiye’yi kabullenemiyor ve Türkiye’nin şahlanışını engellemek için içte ve dışta tezgâhlar kurmakla meşguller!”
Peki, biz ne yapacağız?..
Daima “uyanık” olacağız,
Asla “rehavet”e kapılmayacağız!..
Unutmayalım;
“Su uyur, düşman uyumaz!”
Benim adım çıkmış... Şu küfürlere bir bakın!
Ben, birilerine söz söylediğimde “küfürbaz” oluyorum ama, onlar söylediğinde “edebi şaheser” oluyor... Ben de bu “çifte standart”a isyan ediyorum...
Efendim; Gezi Parkı eylemleri devam ederken, twitter hesabından; “Taksim’de polis sokakları bırakıp, kafelerin içine gaz bombası atıyor. Birisinin bu o... çocukluğuna son vermesi lazım” twitini atan gazeteci Tayfun Talipoğlu, ifadeye çağrıldığını açıklamıştı.
Talipoğlu, ifade vereceğini açıklamasının ardından gelen destek ve tepki mesajlarına karşılık da şu açıklamayı yapmış:
“Desteklere teşekkür. Size gelince g...t kılları size yanıt verirsem. Yerinizi yadırgarsınız en iyisi orada kalın yakışıyorsunuz. Öncelikle herkese teşekkür ederim, yazdıklarımı da inkar edecek değilim bunu bekleyenlere duyurulur ve polise demedim, durumu tasvir ettim. Üstüne alınan varsa buyursun, onların sorunu... Çünkü ben yazdım ve yazdığım her şeyin hâlâ arkasındayım.”
Tayfun Talipoğlu, yine de “erkek” adammış ama; “polise demedim” diyerek, şimdiden kıvırmaya başlamış!..
Ben, meselenin orasında değilim...
“Küfür”ler nasıl, ama, “küfür”ler?!?..