Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Alma mazlumun ahını... Çıkar aheste aheste!

Alma mazlumun ahını... Çıkar aheste aheste!

Önceki günkü gazetelere bakma imkânınız oldu mu?.. Kimi, “19 müebbet” manşetiyle çıkmıştı, kimi “ceza yağdı” manşetiyle... Kimi “Ömürboyu Silivri” diyordu, kimi “solcu” ve “ulusalcı” gazeteler de; “Karar hükümsüzdür!... Adalet eliyle siyasi intikam... Kararlarınızı tanımıyoruz” başlıklarıyla çıkmıştı...

Elbette; “kış” kışlığını,
“Puşt” puştluğunu yapacak.
Her gazete, kendi “cibiliyeti” doğrultusunda bir değerlendirme yapmış nihayetinde... Bakmayın, “kararları tanımıyoruz” dediklerine... Seve seve tanıyacaklar!
Her neyse... Burasını geçelim...

HÜNGÜR DE HÜNGÜR!

Bir de, olayı “dramatize” eden ve “merhamet avcılığı”na çıkan gazeteler vardı ki, onların yaptığı, tam anlamıyla “psikolojik savaş”tı!..
Neymiş;
Tuncayım Özkanım’ın kızı Nazlıhan Özkan ve Dursun Çiçek’in kızı İrem Çiçek, duruşmadan çıktıktan sonra, dışarıda “Nane” posteri açmışlar...
Bildiğimiz nane!.. Çayı yapılan nane... Ama bu defa, “poster”ini yapmışlar!..
Çünkü efendim;
Kısa bir süre önce, Tuncay Özkan ve Mustafa Balbay; koğuş penceresinde yetiştirdikleri “nane”leri kızları ve eşlerine hediye etmek istemişler ama “nane”lerine el konulmuş!..
Kızları da, cezaevi önünde “dev nane posteri” açarak mesaj vermişler: “Bu naneleri tek tek kopararak bitiremeyeceksiniz!”
Aaa, ne dramatik.
Hüngür... Hüngür!..
Hüngür de hüngür!..

GÖZLERİMİZDE YAŞ STOKU BİTTİ!

Dedim ya; bu tür haberler “psikolojik savaş” haberleridir... Bu haberler, “insanların mantığı”nı değil, “yürek”lerini ve “vicdan”larını etkilemeye yönelik haberlerdir.
İnsanların “merhamet” duyguları harekete geçsin ki, cezalara “isyan” etsinler, acısınlar, ağlasınlar, “vah, vah” desinler, üzülsünler!..
Amaç, budur!..
Amaç, “acındırmak”tır.
Amaç, insanların “merhamet”lerini “isyana çevirmek” ve kitleleri harekete geçirip, “kaos zemini” oluşturmaktır!.
Kısacası, “vah zavallı kızlar” dedirtip, insanları “ağlatmak”tır!..
Ne var ki;
Benim gibi, “manyaklık derecesinde duygusal”  adamlar bile, “psikolojik savaş” amaçlı bu haberler karşısında üzülemiyor, duygulanamıyor, ağlayamıyor!..
Çünkü, “gözyaşı pınarlarımız” kurudu... Çünkü, ağlaya ağlaya “gözyaşı stoklarımız” tükendi!..
Çünkü 27 Mayıs’ta ağladık.
28 Şubat’ta ağladık.
27 Nisan’da ağladık!..
Hep ağlattılar bizi...
Analarımızı da ağlattılar,
Eşlerimizi ve çocuklarımızı da!..
Ağlaya ağlaya; gözümüzde değil yaş, “damla” bile kalmadı!..

O GÜN GELDİĞİNDE!

Bugün Mustafa Balbay’ın kızı Yağmur, Dursun Çiçek’in kızı İrem ve Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıhan üzerinden “psikolojik savaş” yürütmeye yeltenenler, diğer anne-babaların “kız”ları ve “kınalı kuzu”ları ağlarken acaba nerelerdeydiler?..
Bu haberleri okurken, benim gözümün önüne “28 Şubat Süreci”nde inanlık dışı “baskı, dayatma ve zulüm”lere maruz kalan “kadın”lar geliyor, “kız”lar geliyor.
Zulmün zirvede olduğu günlerde, bir “kadın” gelmişti gazeteye... Kucağında 2 veya 3 yaşlarında bir “bebek” vardı...
İçin için ağlıyordu...
Kocası, “hiçbir eyleme ve suça karışmadığı halde” evden alınmış, tutuklanmıştı... Perişandı... “Evin kirası”nı kim karşılayacaktı?.. “Bebeğin maması”nı kim alacaktı?.. “Başörtülü” olduğu için çalışamıyor, bütün kapılar yüzüne kapanıyordu.
Bunları anlattıktan sonra, gözyaşlarını içine akıtarak demişti ki;
“Bugünün yarını da var... Eğer o yarınlar gelir de, bize bu zulmü reva görenlerle hesaplaşacak olursak, Cenab-ı Allah’a dua ediyorum ki; benim yüreğimden merhamet duygusunu söküp alsın... Benden merhamet duygusunu alsın ki, zalimlerin durumuna hiç üzülmeyeyim!”
Düşünebiliyor musunuz;
“Yufka yürekli bir anne” söylüyordu bunu... Bir “kadın” söylüyordu...
O kadın ne kadar “mağdur” olmuş, ne kadar “acı” yaşamış, nasıl bir “zulüm” görmüş ki, dua ediyordu Allah’a;
“O gün geldiğinde, benim yüreğimde merhamet duygusunu kaldır!”
Ki, acımayayım!..
Ki, üzülmeyeyim!”
Açık ve net söyleyeyim;
Hangi “Ergenekon sanığı”nın hangi suçu işlediği, ya da ne kadar ceza aldığı beni hiç ilgilendirmiyor.
Ben, bu cezaya çarptırılanların, bir “vicdan muhasebesi” yapıp yapmadıklarını merak ediyorum... Acaba, hiç soruyorlar mı; “Kimlerin ahını aldık?.. Kimlerin bedduasını aldık da, bunlar geldi başımıza?”
Öyle değil midir;
“Zalimin zulmü varsa,
Mazlumun Allah’ı var.”
O “mazlum”lar, sadece “Allah’a” yalvardılar, sadece “O’ndan” istediler ve işte bugün;
“Mazlumların ahları,
Devirdi şahları!”
Ben, olayın “hukuksal” ya da “siyasal” boyutuna bakmıyorum... Ben olayın “manevi” boyutuyla ilgileniyorum ve Ergenekon sanıklarının “ruh dünyaları”na seslenmek istiyorum;
“Hiç vicdan muhasebesi yaptınız mı?”
Hiç düşündünüz mü;
“Hangi genç kızın istikbalini katlettik?.. Hangi genç kadının bebeğinin düşmesine yol açtık?.. Kaç kadını intihara sürükledik?.. Kaç erkeğe işkence uygulayıp, erkekliğini bitirdik?.. Kaç erkek bunalım yaşayıp, kafayı yedi?..”
Bugün, “Ergenekon sanıkları”nın çarptırıldıkları cezalarda, bu “mazlum”ların gönüllerinden yükselen “beddua”ların hiç mi rolü yoktur?..
Bal gibi vardır!..
Tabii, düşünene!..

YAĞMUR ALTINDA TAKI!

Meselâ ben;
Pilot Teğmen Bünyamin Yapacak ve eşi Medine Çuhacı’nın, Balıkesir’den bir minibüse binip “İzmir’deki düğün”e gelen anne ve babalarının, sırf “başörtülü” ve “sakallı” oldukları için, İzmir Orduevi’nin kapısından çevrilişini, orduevindeki “nikâh merasimi”ne alınmayışını ve hele hele o garibanların, “sağanak yağmur” altında dakikalarca bekledikten sonra, evlatlarına dışarıda sarılıp, “takı takmaları”nı gördükten sonra, kahrolmuştum...
O anki duygularımı da;
24 Aralık 1996 tarihli yazımda bir tek cümle ile dile getirmiştim:
“Allah müstehakınızı versin!”
“Silivri mahkûmları”nın aldığı cezalarda, acaba; benim o gün yaptığım “beddua”nın hiç mi rolü yoktur?..

TEL ÖRGÜ ARKASINDAN!

Yer: Manisa 8. Piyade Eğitim Alayı... 
Tarih: 7 Kasım 2008
O gün, Türkiye’nin dört bir tarafından “kınalı kuzularının yemin merasimini izlemek” için gelen vatandaşlardan “başörtülü” olanlar büyük bir baskıya maruz kalmışlardı... “Başörtülü” olup da, “40 yaşın altında” olanlar tören alanına sokulmamışlardı!..
Tel örgü arkasından nişanlısının, kardeşinin ve abisinin “yemin töreni”ni izlemek zorunda kalan asker yakınları, hüzünlü bir tablo oluşturmuştu... Kardeşinin yemin töreni için Bursa’dan geldiklerini anlatan Rabia K., yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: “Nizamiye’de görevli askerler 40 yaşından küçük başörtülü bayanların başlarını açmadan içeri giremeyeceklerini belirttiler. Yanımda 57 yaşında halam vardı, onu aldılar. Biz de diğer mağdurlarla birlikte az ileride tel örgü arkasından töreni izlemek zorunda kaldık. İçim burkuldu.”
Ergenekon sanıklarının bugün aldıkları cezalarda, o günkü “yasadışı zorbalık”ların ve bu zorbalıklar karşısında “içleri burkulan kadınlar”ın yüreklerinde oluşan “deprem”lerin hiç mi rolü yoktur?..

MEDİNE BİRCAN OLAYI

Tarih 7 Temmuz 2002... Yer, Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi... O günkü Ayna’da kaleme aldığım bir yazıyı, bugün yeniden dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nun yardımcısı Prof. Dr. Nur Serter imzasıyla yayınlanan “genelge” sonrasında; Medine Bircan adlı 71 yaşındaki kadın, hem de “Çanakkale Gazisi’nin torunu” olduğuna bakılmadan, dahası “kemoterapi” tedavisi gördüğünden dolayı “saçlarının zaten dökük” olduğuna aldırış edilmeden; kendisinden, “başı açık fotoğraf” istendi!..
Düşünebiliyor musunuz;
Kadıncağız “ölüm döşeği”nde... Bırakın ayağa kalkıp “başı açık fotoğraf” çektirmeye gitmeyi, affedersiniz, altını değiştirme işini bile yakınları yapıyor!..
Oğlu Mustafa Bircan; buna rağmen, yine de teklif etmiş annesine...
“Anne”nin verdiği cevap şu:
“Ölsem de başı açık fotoğraf çektirmem!”
O halde ne olacak?..
Öyle ya; Nur Serter’in “genelge”sine göre, “hasta”nın “bir başka servise nakli” mümkün değil!..
Çünkü, “başı açık” resim istiyorlar!..
Oysa; kadıncağızın, “son günleri”ni evinde, çocuklarının, akrabalarının, gelinlerinin ve torunlarının arasında “huzur içinde” geçirebilmesi için, “rapor”a ihtiyaç var!..
Ne var ki; “Emir yüksek yerden” ve çok açık:
“Rapor için başı açık fotoğraf şart!”
Oğul Mustafa Bircan, doğruca “bilgisayarlı fotoğrafçı”ya gidiyor!..
Amacı, annesinin başına, “fotomontaj” yöntemiyle “saç” ektirip, “başı açık fotoğraf” elde etmek ve böylece annesini “hastanenin elinden” kurtarmak!..
Öyle ya; “Başını açtırmadan” rapor vermiyorlar!.. Rapor olmadan da hastaneden çıkarıp, evine göndermiyorlar!..
Uzatmayalım...
Oğul Bircan, bilgisayarcıda 30-35 yaşlarındaki bir kadının “saç”larını, başörtülü annesinin başına “montaj” yoluyla naklettirip, “istenen resmi” temin ediyor!..
Artık “rapor” tamamdır!..
Yani;
Annesini “Nefroloji” servisine naklettirebilir, oradan da evlerine götürüp, “tedavi”ye evde devam edebilirler!..
Ne var ki;
“Zenginin gönlü olasıya, fakirin canı çıkarmış” misali, “Nefroloji”dekilerin gönlü olasıya, Medine Bircan Hanım, ruhunu teslim ediyor!..
Evet, olay bu!..
“Cinayet” bu!..
Aradan 11 yıl geçti...
Hele söyleyin;
Ergenekon Dâvâsı’nda “15 yıl hapis cezası” alan Kemal Alemdaroğlu’nun bu cezaya maruz kalmasında; “Medine Bircan’ın ahları”nın hiç mi rolü yoktur?..

MÜZEYE KAPATILAN DOKTOR!

Ve yine;
Dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Bülent Berkarda’nın danışmanı olan Cerrahpaşa Genel Cerrahi Ana Bilim Dalı Başkanı Kemal Alemdaroğlu’nun benzeri görülmemiş bir vahşete imza atarak; Dr. Şükran Erdem’i, sırf başörtülü olduğu için “hastanenin müzesine tam 3 ay hapsetmesi”nin, bugün başına gelenlerde hiç mi rolü olmamıştır?..
Şahsen ben;
“Kim ne ekerse, onu biçeceğine” yürekten inananlardanım ve bu yüzden de, hep; “Bugünün, yarını da var” diye düşünür ve “haksızlık” yapmamaya çalışırım!
Ergenekon mahkûmları da;
Dün “zulüm”lere imza atmamış olsalardı, acaba bugün “Silivri sakini” olurlar mıydı?..
Oysa, en çok onlar bilir;
“Keser döner, sap döner,
Bir gün hesap döner!”
Onlar;
Bugün, “dün ektiklerini” biçiyorlar!..
Bayram... Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır

Bugün Bayram... Ramazan Bayramı... Hiç “bayram” olur da, “sevinç” olmaz mı?.. 
Elbette sevinçliyiz, elbette coşkuluyuz... 
Öyle ya; “Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluş” olan bir “Ramazan ayı”nı geride bırakmış, inşaallah “oruç”larını tutmuş Müslümanlar olarak elbette mutlu olacağız, elbette sevinçli olacağız...
Ama yine, “Müslümanlar” olarak “üzüntülü”yüz, “kaygılı”yız, “endişeli”yiz... 
Öyle ya; Mısır’da “halkın oyu” ile “Cumhurbaşkanı” seçilen Muhammed Mursi, ordu tarafından görevinden uzaklaştırıldı... 
Sisi Cuntası bununla da yetinmeyip, Mursi’ye sahip çıkanları silahlarla taradı ve 100’ü aşkın insanı şehit etti... 
Yönetim, hâlâ “Satılmış Askerler”in elinde... 
İşte bunun için, “buruk bir sevinç” içindeyiz... Ve yine, Suriye’deki gelişmeler de üzüyor bizi... Katil Esad, her gün onlarca insanı katlediyor...  Her gün, kardeş kardeşin kanına giriyor...  100 bini aşkın insan öldü, milyonlarca insan vatanını terketmiş...
Ya Myanmar, ya Filistin?.. Ya Afganistan!..
Hasılı kelâm, “İslâm coğrafyası” kan ağlıyor... 
Şu hâle bakın; Müslümanlar olarak “birlik” olmamız gerekirken, “bayramlarımızı bile farklı günde kutluyorsak”  buna sevinmek mümkün mü?..
Bu duygular içinde “Ramazan Bayramı”nızı tebrik ediyor, bu bayramın “birlik-beraberliğimize” ve asıl “kurtuluşumuza” vesile olmasını diliyorum...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi